tag:blogger.com,1999:blog-115152862024-03-19T12:35:35.881+03:00disconnectus erectusdert anlatmak için aparat: yayınlanmış/yayınlanmamış yazılar, şarkı sözleri, kitap tanıtımları, edebi alıntılar, öyküler.yavuzyhttp://www.blogger.com/profile/03859917028835105861noreply@blogger.comBlogger634125tag:blogger.com,1999:blog-11515286.post-1458947347789865712024-01-11T09:39:00.004+03:002024-01-11T09:39:36.975+03:00Öyküler<p>Bir kısmı bu blogta yayınlanan ya da blogtaki çeşitli pasajları içeren öykülerim, şu adreste açık erişim okunabiliyor: <a href="https://drive.google.com/file/d/1rFTUs8pkxQKRtx3MrMeik68jz2dGXfiW" target="_blank">https://drive.google.com/file/d/1rFTUs8pkxQKRtx3MrMeik68jz2dGXfiW</a></p>yavuzyhttp://www.blogger.com/profile/03859917028835105861noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-11515286.post-67007157306069364212023-11-10T17:21:00.005+03:002024-01-11T09:39:58.974+03:0041'den<p> 20'li yaşların ortalarından beri devam ettiğim bu blogta hala ne yazabilirim bilmiyorum. Yaşıyorum ve ölüyorum. Her nefes beni sona yaklaştırıyor; o yüzden nefesimi tutuyorum. Denizin altında tabi, 20 bin fersah altında; bambaşka bir yerde, gidemediğim, olamadığım, bulamadığım herhangi bir yerde. Burada. Alıyorum ve veriyorum. Hayatta kalıyorum. </p><p>Eski yazdıklarıma bakıyorum. Bugün olsa yine yazardım Elimde olsa 20'lerde kalırdım. O zamanlar 40'lar nasıl olur diye bir soru aklıma gelmiyordu. Ölümü ya da yaşlanmayı pek aklıma getirmiyordum. Okuduğum kitaplar, izlediğim filmler, gördüğüm güzellikler daha önemliydi. Şimdi bakınca görüyorum ki anı yaşamışım. Sanki yaşamıyor gibiydim ama yaşamışım. Daha iyi günler özlemi hep vardı; demek ki yarın daha güzel bir günmüş. "hep yarın olsun." </p><p>Bugün yeniden 20'lere dönseydim yine aynı şeyi yapardım, cebimdeki bozuklarla İmge'den kitap alıp, çok satış yapıyor zaten diye Dost'tan dergi çalardım. Yakalandım ama olsun. Canım sağ olsun. Kolej'den Tunalı'ya yokuş çıkarken, Milli Kütüphane'den Akay'a yürürken, Nihayet'te içip Limon'da pogo yaparken, Ankara'nın bütün statlarını dolaşırken mutluymuşum. Dokuz Sokak, Altay Sokak, Neyzen Tevfik, Uzungemiciler... Şimdi de Karaark. Dönüp duran değirmen aslında yaşamın kendisiymiş. </p><p>Öğrenciydim şimdi öğrencilerim var. Seviyorlar beni, biliyorum. Kızlar vardı, şimdi kızım var. Manyak bir şey. "Manyaktık bilirsin o zamanlar", o zaman bu zamandı, döndü dolaştı, çocuklardık, büyüdük adam olduk. 40'ların içinde yol alırken, sabahları plank dururken, akşamları içip, geceleri derin rüyalara dalarken yarın daha güzel bir gün olmaya devam edecek. Ölümüne yaşama devam...</p>yavuzyhttp://www.blogger.com/profile/03859917028835105861noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-11515286.post-48531131095159502472023-07-11T11:41:00.002+03:002023-11-10T17:22:43.819+03:00<p> Bakmayın burada ağlak bir moruk olarak takıldığıma; kendi çapımda neşeli, enerjik, yaşamaya hevesli biriyimdir. Sorun çapımın biraz dar olması olabilir. Kendi çapımda yaptığım işler, sağa sola çarpa çarpa bende morluklar oluşturdu. Alım al, morum mor oturdum yerime. Keyfimi kaçıranlara karşı elimi kolumu uzattığım yerlerden biri, burası. O'su bu'su, şu'su; öyle böyle yaşıyoruz işte, ölümüne... Şen şakrak, kakakikiri, espriler, şakalar. Spritüel kaçışlar. Uçtuğumu zannedip götümün üstüne çakılmalar. Buradan bir yere gidememek. Gittiğinde de bile gitmiş gibi olmamak. Güldüğünde de içinin gülmemesi gibi bir şey bu. Bak yine keyifsizleştim birden. Başka biri olmak istemem. Dengesizliklerimle birlikte kendim olmakta bile zorlanıyorum. Dengemi tutturmak zor olduğu için yerimde oturuyorum. İçten içe şakalar espriler devam ediyor... Gülelim ağlanacak halimize. Bak yine ağlamaktan bahsettim; bırak bu moruklukları adamım! </p><p> </p>yavuzyhttp://www.blogger.com/profile/03859917028835105861noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-11515286.post-44820336354169783562023-03-16T12:48:00.004+03:002023-11-10T17:23:00.221+03:00<p> Kendi çapımda normalleşme çabalarım devam ediyor. Dün çorapsız yattım mesela; bir iki gündür eşofmanın üstünü de giyiyorum ince kazak yerine. Evde daha çok vakit geçiriliyor. Kolay yapılıp hızlıca yenen yemeklerden, hazırlaması biraz daha zaman alan yemeklere geçildi. </p><p>Ama hala salondayız; arada bir yatak odasına gidip alıştırma çalışmalarım devam etse de... Hala koridorun ışığı açık yatıyoruz, önceden her biri itinayla söndürülürken... Telefonun şarjını çok aşağı düşürmeme, şarj aletini ve telefonu yakınlarda tutma işi de yerleşti. Önceleri telefona çok bakmamak için kendimden uzağa koyarken, şimdi iç içe olduk. Yatana kadar dışarı kıyafetleriyle oturmaya da devam ediyoruz. Ne oldum deme, ne olacağım de'nin pratik haliyiz. Daha beterinden korkarak... </p>yavuzyhttp://www.blogger.com/profile/03859917028835105861noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-11515286.post-58359284381753815572023-02-21T14:48:00.004+03:002023-11-10T17:23:43.059+03:00Çaresizlik<p> Deprem nedeniyle müthiş bir çaresizlik içinde geçiyor günlerimiz. Evimiz ayakta ama bir diken gibi batıyor her yanımıza. Çeşitli düzeyde çatlakları içimizden geçip gidiyor sanki. Bir şey olmaz dediler, sağlam dediler ama artık kafamız sağlam değil gibi. Bu tip durumlarda hep en kötüsünü düşünme eğilimi güçlenir; üstesinden gelip kendimizi toparlamaya çalışsak da bitmeyen malum sarsıntılar hep en başa götürüyor bizi...</p><p>Pek çokları böyle biliyorum; Rüya ve Ebru için de daha fazla dirayetli durmaya çalışıyorum. En kötüsünü atlattık diyorum. Umarım daha da kötüsü olmaz... İlk günlerde arkadaşlar yanımızda oldu, onların evine sığındık; sonra İzmir'de geçirdik bir haftayı da. Dönüne yine bizi bulan sarsıntı tekrar filmi başa sardı.</p><p>Arkadaşlarımızın kayıpları ve yıkımları oldu. Televizyonlar zaten izlenecek gibi değil. Onlara göre iyi durumda olsak da kötüyüz işte. "İyi kötü geçinip gidiyoruz" oyalanmasında iyi kısmı uçtu gitti sanki. Kendimi parasız ve kaygılı hissediyorum. Herhangi bir şeye karşı güvensiz. Daha önce de devletle, hukukla, yasalarla boğuşurken böyleydi. Şimdi doğaya karşı çaresizlik içindeyiz. Nefes alıp verip hayatta ve sağlıklı olduğum için iyi hissetmeye çalışıyorum. Elimden gelen bu.</p>yavuzyhttp://www.blogger.com/profile/03859917028835105861noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-11515286.post-23627899271054193912023-01-16T12:14:00.001+03:002023-01-16T12:14:09.846+03:00Edebi hislerin uyarıcılığı azalınca yaşama dair heves de azalıyor<p> Şarkılarla, şiirlerle, kitaplara geçen ömrün belli bir yerinden sonra bunların etkisi azalıyor ama yerine de bir şey gelmiyor. Artık bunlardan pek tat da almıyorum. Yeni bir şey dinlemek, okumak, çalışmak ya da öğrenmek içimden gelmiyor. Büyük bir coşkuyla yaşamıyorum artık. Edebi hislerin uyarıcılığı azalınca yaşama dair heves de azalıyor. Hislerin körelmesi; işte yaşlılık böyle bir şey... Gençliğin tatları, yerini ağızda bir kekreliğe bırakıyor. İyi ki tatmışım, orası ayrı... Tüketmek yerine üretmeyi, örneğin daha çok ve iyi yazmayı denedim. Olmuyor. Kendimce iyi dediklerim de başkalarınca pek ilgi görmüyor. Kendim için fazlasıyla yazdım, çizdim, söyledim ve konuştum. Acaba başkaları da buna bir şey der mi diye dertleniyorum bazen; sosyal varlıklarız neticede. Şu ana kadar pek bir karşılık göremedim. Kendimden başlayarak bir şeyleri değiştirme umudu gittikçe azaldı. Yine de yaşıyoruz inadına; üretmek ve yazmak iyi hissettiriyor; eskisi kadar olmasa da...</p><p>Neyi daha iyi yapmak isterdin derseniz, daha iyi yazmak isterdim. Bu yüzden bir enstrüman çalmaya da girişemiyorum. Onu da iyi yapacağıma dair umudum az. </p>yavuzyhttp://www.blogger.com/profile/03859917028835105861noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-11515286.post-1558453715686337762022-12-31T13:58:00.004+03:002022-12-31T14:01:56.971+03:00muhasebe #22<p> Yılın beklenen, ısrarla istenen, yolları gözlenen yazısı geldi: Bu yılın muhasebesi! </p><p>Durgun bir yıl oldu. Kötü haberin olmamasına iyi haber dedim. Rutinler devam etti. Rutin bozma eylemleri olarak bir kaç yeni iş ürettim kendime. Bunlardan biri kentin eski evlerinin fotoğraflarını çekme konseptiyle açtığım <a href="https://www.instagram.com/eskinigdeevleri/" target="_blank">instagram hesabı</a> oldu. Kenti farklı bir gözle gezmek, önünde geçtiğin binalara yeni bir anlam yüklemek, kentin yeni yerlerini de bu fırsatla gezmiş olmak adına iyi bir fırsat oldu. Pek ilgi göstermediniz gerçi; ben kendimi eğlendirdim, sağolun yine de! (pis pis bakma emojisi var burada.)</p><p>Önceki yılın sonlarında başladığım ülkedeki açık alanda <a href="http://siyasetbilim.blogspot.com" target="_blank">protesto ve eylemleri listeleme</a> işine yaz aylarına kadar devam ettim. Hele bunu hiç sallamadınız... Liste miste yok size bundan sonra...</p><p>Geçen yıllarda devam eden işler: <a href="http://www.youtube.com/yavuzy" target="_blank">Youtube</a>'a videolara, sayıları azalsa da, devam ettim. 14 yeni video yükledim; kanal 32 bin görüntüleme, 1500 saat izlenme, yeni 509 abone aldı. Öğrenci arkadaşlar sınav zamanlarında daha sık uğradı ama yaz aylarında unuttular. Yine yılın sonlarında ağırlık kazansa da yer yer wikipedia maddelerine <a href="https://tr.wikipedia.org/wiki/Kullan%C4%B1c%C4%B1:Yavuzy" target="_blank">destek attım</a>. Yeni fark ettiğim işbirliği projelerine katıldım. İnsanlığa bir nebze katkı; kendini eğlendirmeye devam... </p><p>Ekonomik krizle de ilişkili olarak daha az kitap okudum. Sondan başlamak gerekirse, yıl sonuna doğru yine Norveçlilerden devam edip, Roy Jacobsen - Rigel'in Gözleri; Dag Solstad - Profesör Andersen'in Gecesi okudum. İlginç tarzlar, daha önce okuduklarıma göre farklı işlerdi... Sevip sevmediğime karar veremedim. Yazın Per Petterson'a devam edip, Sibirya Hayali ile biraz eften püften olsun diye Alper Canıgüz okudum; ikisini de bu kez pek beğenmedim. </p><p>Bu yıl passolig çıkardım ve yıllar sonra Demirspor deplasmanına maça gittim. Sayemde 3 puanı kaçırdık tabii ki... Maç muç yok bundan sonra! (ama sen çok yaşa!)</p><p>Blogu okumamaya devam ettiniz; ben de yazmadım sizin yüzünüzden... Çoğu bot ziyareti olmak üzere 3bin civarı ziyaret olmuş bir yılda. Daha önce blogta yayınladığım kısa <a href="https://disconnectus-erectus.blogspot.com/search/label/%C3%B6yk%C3%BC" target="_blank">öyküleri</a> elden geçirip, kimilerini eski yazdıklarımla birleştirip bazı yayınevlerine gönderdim; tabii ki kabul edilmedi. Niye etsinler ki... Öykü möykü de yok artık! </p><p>Kaliteli yabancı dergilerde akademik yazı yayınlatmak hayali de bu yıl gerçekleşmedi. Bu konuda "yok" diyemiyorum, el mecbur devam... Yazmaktan başka yapabildiğim bir şey yok zaten. </p><p>Kendim için yaşamaya devam ettim; sizler için nefes almadım ama yine de canımı sıktınız, aferin size; bunu iyi yaptınız! Annemi özlemeye devam ettim. Neden bu kadar erken cezalandırıldığımı anlayamadım. Mutlu olmak için elimden geleni yapmıştım ama başarıların karşılığı hep burun sürtülmesi, iç yanması, boğazda düğüm, gözde yaş, kulaklarda uğultu ve sembollerden sembollere atlayan rüyalar oldu. </p><p>Rüya büyüyor ve merakla onun kendini geliştirmesini de izliyorum. Beni sevdiğini biliyorum! Ebru'nun da... Üç kişi yaşayıp gidiyoruz işte; kavga gürültü, şakalar espriler, hayata dair ufak tefek dokunuşlar ve sebepsiz hüznün izleriyle...</p>yavuzyhttp://www.blogger.com/profile/03859917028835105861noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-11515286.post-47396210726816226862022-11-10T17:11:00.006+03:002023-01-16T12:14:26.079+03:00Şaraplıktan sirkeliğe geçiş<p> Yine dönüp dolaşıp bir 10 Kasım'a daha geldik; sabah ayrı bir hüzün akşamı ayrı... Yeni bir on yıl başlarken kendi adıma artık daha yorgun ve hissizim. En iyi on yılları geride bırakmış olmanın hüznü, geleceğe yönelik merakı da azaltıyor. Daha az yazmak, daha az okumakla beraber insani vasıflarımdaki zayıflama kendini daha çok hissettiriyor. Tabii ki toparlayıp yeniden yeni keyif alacağım şeyleri bulmak arayışına girebilirim. Bu sene başında yapmıştım bunu. Eski evlerin fotoları, geçen seneden kalma öykü ve video işleri ile böyle bir ivme yakalamıştım; kendime uydurduğum çalışma konuları ile acaba yeniden canlanabilir miyim diye heveslendim... Yaza doğru azalan istekler, sonbaharda düşen yapraklara karıştı. Hiçbir şey yapmadan biraz durup beklemek isteği ağır bastı. Biraz da bunu deneyelim bakalım...</p><p>Toplamda, ben bunu hak etmemiştim hissi gittikçe baskın hale gelirken kendi kendime demlenmelerimde artık zamanı geçen bir fermantasyona ilerlediğimi düşündüm. Şaraplıktan sirkeliğe geçiş... Evet hala sevenlerim ve sevdiklerim var; onlarla haşır neşir olunan zamanlar, kavga gürültü, ses şamata ile hayatta olduğum hissini tadıyorum. </p><p>Bir yandan ayaklarım yere daha çok basıyor. Toprakla artan diyaloğum annemi toprağa verince bir anda tersine döndü. Sağlam zemin artık ayakta tutmak yerine içine çekiyor beni. Köklerim derine daha çok indikçe ben buradayım diye bağırdım sessizce; yazıp çizmeyi de bıraktım bloga. Bu senin ilk yazısı, 40ların da ilk yazısı, tutulacak yeni yasların yaşı, yaşayıp gidiyoruz işte durgunluğu... Su akar yatağını bulur. Artık gürül gürül değil durgun akarken, denizlere ulaşacağım hissi de yakınlaşıyor. Okyanuslara açılamadan geçen bir iç deniz macerası; göle deniz demek gibi bir şey benimkisi. Olduğu kadar artık; elimden geleni yaptım.</p>yavuzyhttp://www.blogger.com/profile/03859917028835105861noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-11515286.post-84832151160866688652021-12-31T13:03:00.001+03:002021-12-31T13:40:22.639+03:00muhasebe #21<p> Sene sonu muhasebe kayıtlarına devam; gelenek sürüyor. <a href="https://disconnectus-erectus.blogspot.com/2020/12/muhasebe-20.html" target="_blank">Geçen seneki yazı</a>da, "hayatta kalmaya, ayakta kalmaya devam ediyorum, arada spor yaparak kasları esnetiyorum, bir de atlatılacak sözlü sınavı geçtim mi, artık insanlıktan çıkabilirim! Yok şaka, giriş var, çıkış yok" demişim. Aynı yerdeyim, dağılabilirsiniz! </p><p>Bu yıl çokça dağıldım ve toparlandım. Malum sınavı geçtim. Başka sınavlar vermeye devam diyorum; kaderim hep başkalarının elinde mi? Her seferinde bir parçamı dışarıda bıraktım, iyi usta misali parçalar toplarken malzemeyi artırdım. Kenarda köşede biriktirdiğim parçalarımdan yeni bir canavar yaratıyorum. Filmi çekilmiş ve kitabı yazılmış bütün eylemleri tekrarlıyorum. Ne oluyordu filmin sonunda? Hatırlamıyorum bilmiyorum... Göreceğiz.</p><p>Ben de kendi filmlerimi çekiyorum; <a href="https://www.youtube.com/yavuzy" target="_blank">youtube</a>'ta 1900 aboneyi geçtim; bazılarını podcast olarak yüklüyorum <a href="https://open.spotify.com/show/66k6H4XLCbiy0P9Mq6Rgzf?si=816d8722b34e4b4a" target="_blank">spotify</a>'a; orada da 680 takipçideyim. Kendimi oyalamak, zamanımı değerlendirmek, kayda değer işler yapmak ve gerçekten hayatta mıyım anlamak için çaba sarf ediyorum.</p><p>Öykü yazmaya devam ettim; üzerine çalışıp bir yayınevine gönderdim, ses seda yok; sanırım kabul almadı. Akademik çalışmalarda da çıtayı yükseltip daha iyiler ulaşmaya çalışsam da ret yemeye devam ettim. Sanırım çıtam kırıldı ama yıkıla yıkıla kazanacağız değil mi? Kabul almaya başladığımda ret cevaplarımdan bir sanat eseri yapacağım. Yayınladıklarım da oldu tabii; yayınlanmayı bekleyenler de... Kazandıklarımı kötüleyip gelecekteki her beklentiyi yükseltmek de bir gelenek.</p><p>Vikipedia ile daha çok ilgilendim sayfalar güncelledim ve oluşturdum. </p><p>Ekonomik krizin üzerimdeki en büyük etkisi, daha az kitap alabilmem oldu. Tasarruf tedbirlerini kitap almayı azaltarak uyguladım ne yazık ki. Yine de Ishiguro kitaplarıyla, Yekta Kopan, Peter Stamm gibi isimlerle edebi kanadımı canlı tuttum. Salgından korunabilmek de, başarıysa eğer, kayda geçmeli.</p><p>Yaz aylarında önemli bir süre evde bir başına geçti. Kendi başına kalmak, sessiz olmak sıradışı değildi ama uzun süredir unuttuğum bir şeydi. Sonra yine aile dertleri, can sıkıntıları devam etti. Giriş var, çıkış yok çünkü. </p>yavuzyhttp://www.blogger.com/profile/03859917028835105861noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-11515286.post-41614299563181645592021-12-22T11:08:00.002+03:002021-12-22T11:08:54.884+03:00parçalanmaya devam<p> Sen toprak altında parçalanmaya devam ederken biz de dışarıda parçalandık anne. Çok bir değişiklik olmadı; yok olmaya devam ediyoruz birlikte. Ölümüne yaşam devam ediyor; nefes al nefes ver. Sen iyi kötü börtü böcekte, kuşta ağaçta yaşıyorsun parça parça. Bense patates çuvalı gibi yığılıp kaldım olduğum yerde. Bir yere kıpırdayamadan öylece durdum. İçim dopdolu olsa da tek tekmede yıkılırım. İçten içe çürürüm ya da hava alan yerlerim pörsür. En nihayetinde çöpe atılıp gideceğim. İçim geçti. Zamanım doldu. Geç kaldım. Gitmeye ve dönmeye.</p><p>Şimdi sana bunları söylesem bir rabbiyesir oku, bir oku üfle nazar değmiştir sana derdin. Üç nas, bir felak. İnsanın en çok kendine nazarı değermiş. İyi olmanın ya da olmaya çalışmanın hiçbir yararını göremedim ama kötülüğü kendime oldu. Söylediğim sözler, yazdığım yazılar, kurduğum beklentiler olmadı, beğenilmedi, karşılanmadı. Ya da kötüydüm de kendimi iyi sanıyordum. İyiye, güzele, doğruya dair bütün beklentilerim yerle bir oldu. Tersini deneyelim, hadi gerçekten kötü olalım şimdi desem, ona da elim gitmez. Güdümlü terliğin beni kapı pervazlarında yakalar; kaçamam oralara. </p><p>Senin canını sıktığım zamanlar okulda işlerim kötü giderdi. Sonra eve gelince senden özür dilerdim. İşte o zaman işlerin düzeldiğini ve bir daha bozulmayacağını hissederdim. Şimdi benim canımı sıkanların özür dileyecekleri yok. O yüzden işler hiçbir zaman iyiye gitmeyecek. </p>yavuzyhttp://www.blogger.com/profile/03859917028835105861noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-11515286.post-17676208337155215002021-11-10T12:22:00.001+03:002021-11-10T12:22:22.477+03:00yaşayıp gidiyorum. hiçbir yere - arşivden<p>Müflis tüccar eski defterleri karıştırırmış; battım çıkamıyorum; yaşayıp gidiyorum. Doğum günü yazılarını etiket altına topladım; Rüya'nın yeni başladığı, hala gitme umudunun olduğu, soruşturmaydı, sarı zarftı savunmaydı daha yormadıkları dönemden; işimi iyi yaparsam, üstüne üşeni yaparsam ödülümü alırım sandığım zamanlar...</p><p><a href=" https://disconnectus-erectus.blogspot.com/2015/11/yasayp-gidiyorum-hic-bir-yere.html"> https://disconnectus-erectus.blogspot.com/2015/11/yasayp-gidiyorum-hic-bir-yere.html</a></p><br /><blockquote>"Dönüp dolaşıp geldik aynı yere, 1 yıllık turumuzu tamamladık, her şey olması gerektiği gibi. Bu klişelerle birlikte yaşamaya devam. "Yaşıyorum, ölüyorum".<br /><br />5 lt'lik yağ ne kadar yeter, bu ay kredi kartı ne kadar gelecek, yeni bir ayakkabı alsak mı yoksa biraz daha mı idare etsek... Felsefi soruların yerini alan hayat tartışması. Ben Memur Bey, nasılım? Daha çabuk yoruluyorum ve daha derin uyuyorum. Daha derin meseleleri dert edemiyorum. Neyse ki eski yanlarımın bir kısmı hala ayakta. Kurtlarla savaşta hala beceriksiz ve telaşlıyım. "Beceriksiz ve korkak bir hayvandır." Üzerime biraz gelinince, panikle paranoyalara savruluyorum. Bu gerginliği aşmak için belki yersiz espriler, kahkahalar ve komediye daha çok dönüyorum yüzümü. Ben deli değilim! Sadece sizlerle idare etmeye çalışıyorum. Beni kendime bıraksanız o kadar da güleç değilim. Sizin yüzünüze gülmekten başka çarem yok. Ama içim gülmüyor. Halbuki eskiden sadece içim vardı; içip içip dertlendiğim. Şimdi bir de mecburen dışım; öldüğüm, süründüğüm.<div><br /></div><div>Velhasıl yaşlanıyorum, gerçek hayattan yoruluyorum. Gerçek/ten sıkılıyorum. Geçen sene sorduğum hani benim yaşlılığım nerede merakım yorgunluk olarak kendini gösteriyor. Tatlı yorgunluklar arayışıyla kendimi avutuyorum. Tatlı bir yaşlı, tonton bir dede olur muyum, bilmiyorum; bu aralar sadece yaşayıp gidiyorum. Şimdilik hiç bir yere. Burada takılı kaldım çünkü. Çekip gitmek lazım diyorum. Ergenlikten beri. Zamanı gelecek biliyorum; bu aralar sadece bekliyorum. Her zaman olduğu gibi. Yaptığım işi daha iyi yapmak derdindeyim."</div></blockquote><div></div>yavuzyhttp://www.blogger.com/profile/03859917028835105861noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-11515286.post-988170539168869652021-10-03T12:07:00.004+03:002021-10-03T12:07:55.322+03:00Modern Hayat Yerle Bir Oldu<div style="text-align: left;"> Ankara'da herhangi bir statta maç izledikten sonra sağda solda takılıp, belki ayran-simit ya da ciğer-kebap, devamında Sakarya diye devam eden hafta sonları... Güneşli öğleden sonraları, zaman: bahar. Kış ise içlik altta. Sonra fermente sıvılar; sarı, kırmızı, beyaz. Bir daha, bir daha... Günler boyunca, bir daha. Dostlar, kızgınlıklar, kırgınlıklar, aşklar. Kadınlar ve erkekler. Biz. Beraber, birlikte ve dip dibe, diz dize. Biz ve onlar. On yıl sonra burada yine buluşalım, olur mu? Olmaz. <span style="text-align: justify;"><span style="font-family: inherit;">On beş, yirmi, yeniden... Hadi
eyvallah.</span></span></div><p class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;"><span style="font-family: "Book Antiqua","serif";"><o:p></o:p></span></p><div style="text-align: left;">İnsanların içinden, kalabalıkların içinden kaçıp geldiğim bu sığınakta, ilmik ilmik işlenmiş bir el sanatının karşında oturuyorum. Ilgıt ılgıt gelen geçmiş rüzgarların ısıttığı yüzümün tanıklığında.... Islık ıslık öttürülmüş bir geçmiş; bir melodi, bir ezgi. Eskidi. Elden geçirilmesi gerekli. </div><p>Anılarımı elden geçirip birer sanat eserine aktarmak istediğimde, bu konuda eğitimsiz ama hevesliydim. Belki uygun bir yer, uygun zaman, koşullar, para... ayarlayabilirsem! Yani bir hayat kurabilirsem... Daha iyi bir alternatif için önce ölmek; toprağa karışmak, protein olmak ve yeniden kana karışmak mı gerekli? Ama ya şimdi ne yapacağız? Doğrudan ve somut bir cevap: Yaşa. </p><p>Uzaklara gitmek çok popülerdi ama herkesin yaptığı işlerden hep kaçtım. O yüzden yakında bir yerde; bir köy evinde kendime bir atölye ayarladım. Buralardan geliyorum aslında diye düşündüm kenarda duvara yaslanmış dururken; şehre yakın bir köy. Her türlü hayat deneyimi var bende. Çamurlu ayakkabılarımı saklamak istediğim pembe paltolu komutan kızı, arkadaşımdı; okulu münazara yarışmasında birlikte temsil ettiğimiz iş adamının oğlu, sırdaşım. Kaçak köçek içilen sigaralar, ilk öpücüğün heyecanı bu farklı dünyalar arasındaki gitgelli yollarda yaşandı. Benimki modernleşmeye çalışan bir ülkenin hikayesiydi. Sonra üniversite yıllarında ışıklar, renkler, sahne önü ve arkası, gürültü ve kulak uğultusu. Sanat, edebiyat, yeni bir hayat! Bitti.</p><p>Maçlarda sayıp sövdüğüm, konser coşup güldüğüm, aşık olup düşüp kalktığım insanlar... Bağrış çağrış duyuluyor merak etmeyin, sesleriniz geliyor ve beni yakalıyor. Sizden kaçmak mümkün değil. Kaçacak bir yerim de yok. Duvara yaslandım, duruyorum. Duvarın bir figürü oluyorum belki de yavaşça. Duvarın bir tuğlası. Beni burada karanlığa gömdüğünüz yetmiyor gibi bir de duvarın içine itiyorsunuz. Acımasızsınız. Yine de biliyorum nereden geldiğimi ve oralarda neler olduğunu. Kulak uğultusu değil yanı başımdaki; anıların uğultusu içimde. Zaten modern hayat yerle bir oldu; en iyisi öze dönmek, değil mi?</p><p>Bu atölyede kendi içimden çıkıp, suyun dibinden yüzeye, derin derin nefes alıp hayatta kalmaya alışmaya çalıştım. İyi kötü bugüne kadar başarılıyım ve keyifli yanlarım da yok değil. Kendimi düşünmek değil, üretmek istiyorum artık. Sürekli eski benler üretip, ama aslında şöyleydi diye kendimi avutup, yeni yollara gireceğim; her bir çizgide, mimikte, renkte... </p><p>Pencereden görünen yollar geçmişime gidiyor. Yakın bir yer, uzakta değil. Çok kaçmadım; içinizde olmasam da yakınınızdayım. Beni unuttunuz biliyorum. Kim bilir belki kendinizi görürsünüz eserlerimde, benim yaptığım gibi. Sonrasında da beni buradan eller üstünde çıkarırsınız dışarı. Kelimenin her anlamıyla...</p>yavuzyhttp://www.blogger.com/profile/03859917028835105861noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-11515286.post-53941484151281268252021-09-24T18:05:00.000+03:002021-09-24T18:05:36.905+03:00Giden değil kalan<p> Ayakları onu yine bu sapa yola sokuyor. Beyni ile kasları arasındaki gergin ilişki... Düzenli ziyaretleriyle kendini yakınları gibi hissetmişti demek ki. Aslında günlük yürüyüş rotasını değiştirip girdiği ağaçlı yolda birden karşısında beliren bir evdi. Kendi geldiği taraftan pek gelen giden izi yoktu. Diz boyu otlar ezilmemişti. Karşı tarafta ise nadiren gelen araçların açtığı izler yine inatçı otlar tarafından örtülüyordu. Çok ziyaretçileri yoktu anlaşılan. Kim gelir bu kadar sarp bir yere? Gelmek zorunda olanlar belki. Onlar da önce korkmuş, sonra şaşırmıştı aslında. Kimdi bu adam; hırlı mı hırsız mı? Yıllar önce yaptıkları, belki bir ara para bulursak büyütürüz dedikleri kulübede onları haftada bir ziyaret eden yabancı. Gide gele kendini sevdirdi. Ekmek, su, bir şey lazım mıydı? "Siz inemezsiniz bu kadar yolu; alayım ben." </p><p>Yaşlı bir çift. İki çökmüş beden. Belki çok yaşlı değiller ama beklemekten yaşlanmışlar. Hayatın yükü omuzlarında. Çocuklarını, torunlarını, onları hatırlamasını istedikleri birilerini. Ancak evin birkaç adım etrafını temizleyebiliyorlardı arzı makiliklerden. Sanki onları yutmak ister gibi yavaş yavaş üstlerine gelen yeşillik. Kimse yoksa onlar var; yeşilin her tonu. Onları bağrına basmak isteyen doğanın gücü. </p><p>Çocukları çok sık gelmiyordu, gelinler pek sevmiyordu bu yabani ortamı. Börtü böcek, dikenler dallar... Halbuki temiz hava, sessiz ortam, kafa dinleme... Şehirli insan bunu aramıyor muydu? Hayır, onlar uzakta başka bir şeyin peşinde. Gözünün önünde, elinin altındaki ona yabancı. Uzaktaki hep cazibeli. Peki ya kendi? Buralara gelmesi kolay mı olmuştu sanki? </p><p>Yine o tarafa yöneldi ve bu kez, ilk kez uzaklaşan bir araba gördü. Kimdi, niye gelmişti, meraklandı. Koştur koştur eve yöneldi. Baharın gücü yazın sıcağına dönüştükçe, otlar da boyunlarını büktüğü için artık daha çabuk varıyordu kulübe-eve. </p><p>Ağlamaklı gözler, oturup kalmış çiftin dışa açılan organları. Neden ve nasıl bu hale geldiler? Çocukları mıydı acaba giden? Ne oldu diye sordu. "Otur evlat, soluklan hele." Sildiler gözyaşlarını kollarına, bir şey ister misin diye toparlandılar. Kimdi giden? "Sen boş ver onu, bizim evladımız artık sensin." </p><p>Bir ara bahseder gibi oldukları çocuklarından biriydi demek ki. Yeşilin her tonu onlarda suskunluğun tek biçimine dönüşmüştü; orman bütün söylemek istediklerini yutmuştu belki de. Geçmişleri mi üstlerine geliyordu yoksa onlar geleceklerine kaçarken mi tutuklanmışlardı burada? Bu ev onların mezarı mı? Acaba öldüler de ben onların cennet meleği miyim? Tamam, aldığı yudumla kendine geldi; hiç bitmeyen çaylarından içti. </p><p>Bu çiftin geçmişiyle kendininkini birleştirdi. Onların oğulları oldu. Neden? Çünkü öyle olması gerekti. Kader ya da doğa onları birleştirdi; uzayıp giden ağaç dalları, birbirine geçen makiler gibi. Birbirine yardım etmek isteyen, geçmişi değiştiremeyen bütün zıt kutuplar gibi. Giden değil kalan oldu. Burada, ormanın içinde.</p><p><br /></p>yavuzyhttp://www.blogger.com/profile/03859917028835105861noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-11515286.post-73905848430829529602021-09-01T17:15:00.001+03:002021-09-01T17:15:10.636+03:00"Ne kadar iyisin Olric"<p> "Bana çiçeklerin ismini kim öğretecek Olric? Yeni şeyleri öğrenmek için çok vaktiniz olacak efendimiz. Ne kadar iyisin Olric. Benim ihanetlerime göz yumuyorsun ve bana doğru yolu göstermiyorsun. Bir gün bu çiçekler o kadar büyüyecek ki bütün reklam demirlerini örtecek. (...) O zaman biz ne olacağız Olric? Biz her zaman yolda olacağız efendimiz. (...) Sürekli akan çeşmenin yanına geldi. Selim, böyle çeşmelerde her tarafını ıslatırdı; suyu da içemezdi istediği kadar. Bazı insanlar vardır; en çamurlu yerlerden bile kolalı beyaz gömleklerini ve açık renk pantolonlarını kirletmeden çıkarlar. Böyle adamlar hayatta ulaşırlar Olric." (Oğuz Atay / Tutunamayanlar / s. 572)</p>yavuzyhttp://www.blogger.com/profile/03859917028835105861noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-11515286.post-19561641234306380692021-08-22T13:52:00.001+03:002021-08-22T13:52:26.084+03:00"bir ormanda olmalıydın"<p>"Yalnız seninle mi konuşabileceğim Olric? Olric susuyordu. Olric dış dünyayla konuşmazdı. Parçalanırdı, erirdi. (...) Buraya nasıl geldim Olric? Yüz yıl uyuyan adam gibi yabancı gözlerle süzüyordu çevresini. Zamanı bulamıyordu. Uykunun rahatlığından şuursuzca fırlatılmış bir yaratıktı. Sus diyordu kendi kendine. Sus, kimse duymasın. Sen Turgut'sun. Turgut Özben. (...) Bir ormanda olmalıydın. Ölünceye kadar yerinden kımıldamayacağını bilen bir ağacın rahatlığını duymalıydın. (...) Bütün bunları ben mi düşünüyorum, diye geçiriyordu içinden, karısına bakarak. Başka şeyler de düşünüyordu. Yoksa rüyasında mı görüyordu? Evet, rüyada görüyordu." (Oğuz Atay/ Tutunamayanlar / syf, 408-409)</p>yavuzyhttp://www.blogger.com/profile/03859917028835105861noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-11515286.post-83008599411255190442021-07-19T12:08:00.006+03:002021-09-24T18:11:46.553+03:00yaşadım ve çaldım<p> Bizim evde hiç müzik aleti olmadı ama çevremde de oldukça çoktu. Arkadaşlarımın gitarları, bağlamaları, kemanları her zaman saygı duyduğum nesneler olmuştu. Tellerine, penalarına, mızraplarına, saplarına dokunmak bana başka bir zaman geçişin olasılığını hissettirirdi. Bu hisler pratiğe uzun süre dökülmedi. Tabii bunlar bir yandan da zenginlik göstergesiydi. Bizim gibi memur ailesi için bunlar tamamen lükstü. Öyle 5 yaşında ilk bestesini yapan, 9 yaşında ilk ödülünü alan müzisyenlerden değilim anlayacağınız. Pek bir aile desteği falan da görmedim. Yine de içimde bir müzik sevgisi olduğunu söyleyebilirim. Genelde haber dinlemek için kullanılan evin önemli şahsiyeti radyoda, ben engel olmazsam hemen kapatılan klasik müzik eserlerindeki aletlerin ne olduğunu, ansiklopedilere bakarak tahmin etmeye çalışıyordum o zamanlar. Müziği hayal ediyordum diyebiliriz. Başka bir aleme geçmenin aracısıydı o.</p><p>Şimdi sizlerin karşısında bir başarı hikayesi olarak otursam da aslında benim piyanoyla maceram, hayatımın siyah-beyaz gibi iki ayrı dönemini simgeleyen olaylardan sonra oldu. Kuzenimin orgu, bu alete benzeyen ilk şeydi ama o da otomatik tempo tuşlarına basıp dımtısdımtıs aynı ritmi, gittikçe hızlandırarak tren misali coşturmaya yarayan özelliği dışında bir şey ifade etmiyordu. Ne oldu ne bittiyse yeniden o siyah-beyaz tuşlara geri döndüm 20 yaşımdan sonra. Üniversite yılları tabii dönüşümün ilk adımıydı. Yaz şenliklerinde sahnede olma isteğim, bir enstrüman çalma isteğimi gittikçe artırmıştı. Bir bayram öncesi eve dönerken o kazadan sonra ölmeyip hayatta kalmam, hayata tutunmam için siyah-beyaz aletin sembollerine yaklaşmamı sağladı belki de... Arada bir temas edilen siyahlar, sesleri inceltip kalınlaştıran adımlar, her bir dokunuşumun bir yeni sese dönüşmesiyle piyano sevgim arttı. Yavaş yavaş hızlanıp yükselen, düşüp yeniden yoğunlaşan melodiler... Hayatımı sese döküyorum diye klişe bir laf kullanmak istemesem de yine tuşların siyah-beyazına dair sembolik göndermeler beni motive ediyor. Yaşadım ve çaldım; aslında işin özeti bu. </p><p>Şu yanı başımda duran aletin hayallerimi gerçeğe dönüştüreceğini, beni başka diyarlara götüreceğini, yani gerçek anlamda söylüyorum bunu; bambaşka ülkeleri gezeceğimi ve farklı dillere sahip kişileri aynı alkış tufanında buluşturacağını gerçekten çocukken hesaplayamazdım. Çocuk hayallerimin sınırı o kadar uzak değildi. Ben sadece o sıkıcı hayatımızdan kaçmak olarak görmüştüm arkadaşlarımın enstrümanlarını. Hayatın böyle noktalara getireceğini, tabii çalıştım çabaladım onu es geçemeyiz ama yine de tahmin etmek zordu. Hayat gerçekten de müziğin, notaların sonsuz kombinasyonu gibi mucizelerle dolu. Sokrates'in geometri öğrettiği köle gibi hissediyorum kendimi bazen. Bu tuşlar da bana içimdeki derinliği gösterdi; bambaşka birine çevirdi.</p><p>Evet, aslında piyano beni yeniden doğurdu. Ben de ona olan saygımı gösteriyorum her bir eserimde. Onun içindeki sesleri çıkarıyorum dışarı; onun beni içimden dışarı çıkarması gibi... Birlikte bir hikayeyi tamamlıyoruz sanki.</p>yavuzyhttp://www.blogger.com/profile/03859917028835105861noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-11515286.post-16688437072847789672021-06-27T16:13:00.003+03:002021-06-27T16:13:22.340+03:00Devrildiğin Yer<p> Yerde, sırt üstü gökyüzüne bakıyor. İki uzun kavak... Ömrü gibi uzun, geçip gitmiş zamanlar; buralarda kimler böyle dinlendi, ne çok çoban çömeldi, ne defineler gömüldü unutuldu gitti. O da bu zamanın içinde bir nokta. Haşırdayıp duran, hafifçe sallanan, hatta en üstlerde sanki fırtına varmış gibi savrulan ince dallar yapraklar... Kökten uca doğru incelen hatlar, hep daha uzağa gitmeyi anımsatıyor. Onlarda güçlenecek elbet, kökler izin verirse. Kendi gibi devrilip kalmazlarsa... </p><p>Gittikçe gömüldüğü toprakta artık daimi bir misafir olmak üzere. Gençliğinden bugüne onca mekan dolaştıktan sonra, bir gezgine yakışır biçimde neredeyse hiç bilmediği, hiç tanıyanın olmadığı bu unutulmuş mekanda tarih oluyor. Ne denizciler, ne dağcılar geldi geçti hikayesinden. Çok konuşanlar, çapkınlar, hiç konuşmayanlar, münzeviler, hastalar, kendiyle ve başkasıyla derdi olanlar... Hangi kategoriye girdiğini hiç bilmedi. Bazıları onunla ilgili tespitler yaptı ama onun içine sinmedi. Belki de o yüzden bu kadar çok gezdi. Nereye ait olduğunu bilmediği için. Şimdi yavaş yavaş gömüldüğü bu toprak onu sessizce içine alıyor. İçine sindiği, onu dışlamayan bir yeri var. Karıncalar, böcekler, kurtlar, solucanlar onu kendilerinin bir parçası yapacak. Doğaya karışacak. Bu kez bir şeyin içinde yer alacak belki ilk kez, bu devrildiği yer sabit mekanı olacak. </p><p>Yardım isteyebileceği en yakın nesne, gökyüzünden geçen şu uçak gibi sanki... Ayakları artık taşımayınca yorgun gezgini, bu iki uzun ağacın arasında kırıldı kaldı bedeni. Sağında ve solunda iki ağaç, geçmişten geleceğe, bu hayattan öbür hayata geçişinde onun bekçileri olacak. Mezar taşları gibi, bir başta bir sonda. İnlemeleri boşa artık. Kuşların cıvıltısı da çare olmayacak. Nefesini gelecek hayatına saklamalı. Kuşlar yavaş yavaş kendi şarkılarını söylemeli. </p><p>Uzaktan onu görseler, yeşilliğin ortasında sırt üstü yerde yatan bu adamı, ağaçların altında uzanmış keyif yapıyor sanırlardı. Bir o yana bir bu yana hareket ettikçe toprağa daha çok gömüldüğünü anlayınca öylece kaldı sırt üstü. Sanki yeryüzü ona bu yeri açmış ve şimdi onu bağrına basmakla uğraşıyordu. Teslim oldu. </p><p>Uçak yavaşça geçip gitti. Kendince hızlı ama buraya göre yavaş. Karıncalar yavaş yavaş yaprakla örttüler üstünü, kendilerince hızlı, onun için yavaş. Hayatı da böyle düşünceleri bir yerden diğerine taşımakla geçti. Şimdi her yere köklerle sinir ucu gibi yayılmış doğa, onu içlerine alması için parçalarına sinyallerini gönderiyor. Minareller, bakteriler ve adını bilmediği onca görünmez nesne, onunla birlikte evrilmeye devam edecek. Bu kez onunla birlikte. Her birine can vermeye hazırlanıyor. Aslında ölmüyor, doğada yeniden canlanıyor. Gittiği her yerde yeniden hayat bulduğunu hissetmesi gibi. Şimdi düşüp kaldığı bu yerde yeniden hayat bulacak, belki üçüncü bir kavak onun göğsünden çıkacak. </p><p>Gözleri kapandı artık. Hışırtılar azaldı, toprağın konusunu duymaz oldu. Bir devir kapandı. Gezgin ihtiyar artık doğanın bir parçası. Hatırası, ondan aldığı enerjiyi gökyüzüne yükseltecek bu ağaçlarda yaşayacak. </p>yavuzyhttp://www.blogger.com/profile/03859917028835105861noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-11515286.post-70305673993771539882021-06-01T18:01:00.002+03:002021-07-03T13:25:04.985+03:00Doğrudan ve somut bir cevap<p> İlmik ilmik işlenmiş bir el sanatının karşında oturuyorum. Ilgıt ılgıt gelen geçmiş rüzgarların ısıttığı yüzümün tanıklığında.... Islık ıslık öttürülmüş bir geçmiş; bir melodi, bir ezgi. Eskidi. Elden geçirilmesi gerekli. Tamam, söylerim. Daha iyi bir alternatif için önce ölmek; toprağa karışmak, protein olmak ve yeniden kana karışmak gerekli. Bunlar için zaman... Milyarlarca insanın, yılın ve olayın ardından anlamlı bir sonuç bekliyorum. Doğrudan ve somut bir cevap. Israrla sunu yap: Yaşa.</p>yavuzyhttp://www.blogger.com/profile/03859917028835105861noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-11515286.post-36362560318052665402021-05-22T19:01:00.000+03:002021-05-22T19:01:01.950+03:00Aynısından İki<p> Masaya yıkılıp kalmıştım. Elimdeki bardağın ıslaklığı ile alnımı koyduğum kolumun gittikçe acımaya başlaması, o sırada hayatla kurduğum tek duyusal bağlantılardı. Sıcak yaz rüzgarının ve denizden gelen şen şakrak seslerin diğer duygularımı harekete geçirdiği söylenemezdi. Kafam başka yerdeydi, bedenim başka. Sinir uçlarım körelmişti. Biri masama oturup konuşmaya başlayana dek... Önce kulaklarım, sonra baş ağrım geri geldi. </p><p>Tasarımcı olarak tanıttı kendini; insan hep önce tasarlar, sonra uygular. Halbuki her şey bu kadar doğrusal değildi. </p><p>Benimle konuşup konuşmadığını anlamak için etrafıma baktım. Bir yandan da bu kafayla hangi tuzağa düşürülüyorum diye düşünüyordum. Amerikan filmlerinden bilinen sahneyi yaşayıp yaşamadığımı kontrol ettim. Kamera açısı genişliyor; ben, masa, o, kumsal deniz ekrana giriyordu. Hayır, başka kimsecikler yoktu. Bir yandan elimdeki bardağın, oturduğumuz altılı masanın, üzerimizdeki gölgeliğin fiziksel ve matematiksel yönlerini anlatmaya devam ediyordu. Tasalarımı tasarımlarıyla eşleştirmek mi istiyordu? </p><p>Sanırım beni başkasıyla karıştırmıştı. Söyledim. Hayır, bilerek oturmuştu. Benim düşmüşlüğümü ayağa kaldıracak bir tasarım mümkünmüş. Dünyanın hala bilmediğimiz duygusal boyutları varmış ve bunlar ancak görebilenlere somutlaşıyormuş. Elimdeki bardağın hayata tutunmamı sağladığı gibi... </p><p>"Bir şey mi satmaya çalışıyorsunuz", dedim. Hayır, dedi "ama bir iki kitap ismi verebilirim."</p><p>"İçe dönüş, kendini bulma, enerji paylaşımı gibi palavralara inanmıyorum."</p><p>"Neye inanıyorsunuz?"</p><p>Hay allah... Uyuduğum yerde öldüm de ahiret sualleri mi başlamıştı? Sübhaneke falan tamam da, münker nekir için henüz hazır değildim. Etrafa bakmaya devam ettim. Uzun süredir dayalı olan alnımın kızarttığı koluma dokundu.</p><p>"Korkmayın, sadece iyi misiniz diye bakmak istedim. Uzun süredir burada kıpırdamadan duruyordunuz."</p><p>"Teşekkürler, ölmedim, hayattayım. İçim geçmiş sanırım. Bu sıcakta içmeye başlayınca..."</p><p>"Evet, hafta sonu tembelliği..."</p><p>"Yoo bende hafta içi de aynı, hep güncel bir tembellik."</p><p>"Bir taksi çağırayım isterseniz, eve bıraksın."</p><p>Taksici Süleyman abimi düşündüm; gelsin alsın beni diye. Beni böyle çok toparlamışlığı vardı, sağ olsun. Ama bu şimdi bu adamın samimiyeti neydi böyle? Gözlerimi kırpıştırıp odaklanmaya çalıştım. Siz? Tanışıyor muyuz? Sordum.</p><p>"Lisede de böyleydiniz siz; hep bir boşlukta gibiydiniz. Tam bir sözelci, kelimeler arasında gidip gelen bir elçi... Ben endüstriyel tasarım okudum, aynı sınıfta değildik, ama okul dergisinde yazdığınız şiirleri de okumuştum. Çok özenirdim o zamanlar sizin ekibe. Ama gelip konuşmaya da çekinirdim hep"</p><p>Ben geçmişten kimlerin hayalini kurarken bak kimi çıkardı karşıma yaz güneşi. Ama hala hayal görme ihtimalimi bir kenara bırakmış değildim. Kafamı çevirip etrafıma bakmayı bırakmışsam da adamın omuzları üzerinden sahildeki çocuklara bakarak gerçeklik kontrolünü sağlamaya çalışıyordum. Hayır, o kadar içmemiştim zaten. Geçmişim beni bugüne getirdi. O kadar kaybolmuş biri değildim. Birileri beni hep bulurdu, tanırdı, bilirdi. Hala zamanın içindeydim. Hatırlama sırası bendeydi. Sadece kendimi değil, benim gibi birini daha...</p><p>"Hah, Kemal? Ya sen yurtdışında değil miydin? Hayırdır buralara ne zaman geldin?" </p><p>Güldü. O çekincelerinden kopmuştu belli ki. Garsona elimle işaret ettim, "aynısından iki tane" dedim. </p><p><br /></p>yavuzyhttp://www.blogger.com/profile/03859917028835105861noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-11515286.post-57729277492350564402021-04-10T18:01:00.001+03:002021-05-22T19:05:44.910+03:00Acının Tarihi<p> Boynumdan yukarı doğru çıkan her türlü damarı hissetmemi sağlayan ağrı, baş ağrısı kategorisine alınırsa haksızlık edilecek cinsten bir doğa olayıydı. Bu başlı başına incelenmesi gereken bir fenomendi. Sinüzit-migren-Hegel diye giden ağrı silsilesinin yeni aşaması olabilirdi. Bilim insanlarına bunu incelemesi için bir fırsat vermeliydim. Bedenimi bilime adamalıydım. İlk adım olarak nöroloji servisini seçtim. Bunun çözüm bulacak tek yer olmayacağını biliyordum. Sırtıma o mavi yelek geçirilecek, pek çok makinenin içine girip altına yatacak ve yatıp kalktığım beyaz zeminlerde izimi bırakırken bir yandan da bilim tarihine adım geçecekti. Başı ağrıyan o adamdan daha fazlasıydım! </p><p>Muayene öncesi sıramı beklerken benim gibi tarihe geçecek diğer yarışmacı adaylarıyla göz göze geliyordum. Kim daha ileri gidebilecekti! Kimin adı bir model olarak kayda geçecekti. Kim daha çok ağrıyordu, kim daha sorunluydu! Hadi bakalım... Yarış başladı.</p><p>İri yarı hemşire adımı okuduğunda diğerleri ne kadar güçlü bir aday olduğumu daha yeni fark etmişti. Bir kere kişinin tarihe geçmesi için isminin uygun olması gerekirdi. Ahmet sendromu diye bir şey olabilir miydi? Hayır. Olsa bile o isim, achmet olarak değişirdi. Halbuki hemşire "Derin Su" ismini okuyunca bana dönen bakışlar, rakiplerimin yavaş yavaş kenara çekildiklerini hissettirdi bana. Yerimden kalkarken daha da zonklayan başım, "merak etme bunlar hep bir son amaç" için diyordu. Tarihe geçmek!</p><p>Acımı nesilden nesile aktarmak için hep bir kızım olsun istedim. Böylesi bir nesil Hayrullah isimli erkekten değil, Duru isimli bir kızdan devam edebilirdi ya da Şirin, Sade, Bade. İsteğim bir kaç yıl önce olmuştu. Bitmeyen ağrılarımın başladığı bir dönemde...</p><p>Hemşireye gözlerimle teşekkür etsem de o oralı olmadı, gidip masasına oturdu.</p><p>Ağrıların ağırlığını üstünde toplayan omuzları masaya gömülmüş doktor, kağıda bir şeyler çiziktiriyordu. Yandaki duvarda da sanırım çocuklarının ilk resim denemeleri, çiziktirilmiş bir şeyler asılıydı. "Evet buyrun" dedi acıma ortak olmak istercesine... "Başım ağrıyor" dedim; "yıllardır". Tam elimi boynuma götürüp kaynağını gösterecektim ki beklenmedik şekilde kafasını kaldırıp "bağırmayı denediniz mi" dedi.</p><p>"Nasıl?" dedim. </p><p>"Şöyle mesela: Her zaman her yerde en büyük Şimşek!"</p><p>"..."</p><p>"Bağırın hadi: Her zaman her yerde en büyük Şimşek!"</p><p>Dönüp hemşireye baktığımda bana bakmamaya devam ediyordu. Hiçbir şey duymamış gibiydi. Bilgisayarında çok önemli işleri vardı.</p><p>Doktor ayağa kalkıp bağırmaya devam etti; hatta zıplamaya başladı. Damarlarım bağımsızlıklarını ilan etmek üzereydi. Ağrım aramıza bir duvar örmüştü. Ağzı, elleri ve bedeni hareket etse bana ulaşan bir şey yoktu. Ulaşan sadece bir kağıt parçasıydı.</p><p>O sırada biraz önce bilgisayarına gömülü hemşirenin koluma girip beni koltuktan kaldırmaya çalıştığını fark ettim. Yeniden masasında bir şeyler çiziktirmeye başlayan doktora ve çocuklarının duvardaki berbat resimlerine bakarken iri yarı hemşirenin güçlü kolları arasında dışarı sürüklendim. Elimde ben kımıldadıkça hışırdayan kağıtta "psikiyatri servisine sevki uygundur" yazıyordu.</p><p>Dışarıda bir an durdum. Arkamdan "Sabit Durgun" diye seslendi hemşire ve bir adam yerinden kalktı. O sırada kağıt elimden düştü; tarihten silinmiştim. </p>yavuzyhttp://www.blogger.com/profile/03859917028835105861noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-11515286.post-26608520431364117292021-04-03T17:04:00.001+03:002021-04-10T18:08:43.593+03:00kelimeler<p> Bugüne kadar kullandığım, en azından yazarken kullandığım, kelimelerin bir yığını yapılsa bazıları tabii ki belirgin bir öneme sahip olacaktır. Bulut tarzı şeylerle böyle gruplamalar yapıyorlar. Her ne kadar akademik deformasyon sonucu "...maktadır", "...miştir", "...muştur" gibi keskin uçlara fazlasıyla sahip olsam da "olabilir", "söylenebilir" diye yumuşattığım tespitlerim de oldu. Onlar belki biraz daha temas etmiştir birilerine, kim bilir. Ayrıca arayış, umut, detay, hissetmek de öne çıkan kelimeler arasında diye düşünüyorum. </p><p>Bir takımın attığı gol sayısını hesaplamak gibi, toplamda kullandığım kelime sayısını hesaplamak; iyi olanları kötülerden çıkarıp bir averaj bulmak istiyorum. "Toplamda", buram buram çeviri olan "günün sonunda" yerine bu aralar tercihim. </p><p>Bu yazının sonunda, averaj takımı olmaktan korkuyorum. Kelimelerin altındaki asıl anlamları, taşın altına elimi sokmayı, içe işleyen bir ok fırlatmayı başaramadığım için belki kendimi bir kalıba döküp klişe olmayı denedim. En azından sürekli aynı şeyi yaparak birilerine ulaşabilir miydim? </p>yavuzyhttp://www.blogger.com/profile/03859917028835105861noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-11515286.post-6804044202695522672021-03-13T19:12:00.002+03:002021-04-10T18:09:12.203+03:00Özledim<p> Ankara'da herhangi bir statta maç izledikten sonra sağda solda takılıp, belki ayran-simit ya da ciğer-kebap, devamında Sakarya diye devam eden hafta sonları... Güneşli öğleden sonraları, zaman: bahar. Kış ise içlik altta. Sonra fermente sıvılar, sarı, kırmızı, beyaz. Bir daha, bir daha... Günler diyorum, bir daha. Dostlar, kızgınlıklar, kırgınlıklar, aşklar. Kadınlar ve erkekler. Biz. Beraber, birlikte ve dip dibe, diz dize. Biz ve onlar. "En nihayetinde sıradan insanlarız". On yıl sonra burada yine buluşalım, olur mu? Olmaz. On beş, yirmi... Biraz daha. Yıllar diyorum, az birikmedi ha. </p><p>Öleceğiz, bunu biliyorsunuz, değil mi? </p><p>Özledim. </p>yavuzyhttp://www.blogger.com/profile/03859917028835105861noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-11515286.post-1629338168716353632021-02-21T15:24:00.000+03:002021-02-21T15:24:56.031+03:0010 no'lu Öykü<p> Sıcaktan bunalmış halde, gittikçe uzayan sokakta, gittikçe sararan nesneler içinde son çabalarımla bir kaç adım daha attım. Nesneler sanki eriyip birbirine girmeye başlamıştı. Sonra ilk bulduğum gölgeye sığındım, yanımda sokak hayvanları için bırakılmış bir su kabı vardı ki bir ara gerçekten içim gitti içmeye. Bir kedicik hislerimi anlamış olacak ki bu bize ait dercesine gelip yalandı sudan. Ellerimi yere koydum; yerlerin buz olduğu bir günü anımsayarak içimi serinletmek istedim, bu sıcakta düşünülebilecek başka bir şey yoktu. </p><p>Takatimin niye bittiğini kafamı kaldırıp karşımdaki binaya bakınca anladım. Evet, burasıydı. Demek kas hafızam beni yanıltmamıştı, ancak bu kadar yürümeye alışıktım. Yine de orası mı burası mı diye bakındım biraz; ağaçların üstüne kar taneleri serpiştirmeye çalıştım. Sokakta kimsecikler yoktu, sararmış binalar gittikçe bir mısır tarlası görünümü aldı gözümde. Halisünasyona başlamıştı zihnim belki de. Beni buraya getiren bir takılı kalmışlık ve tutsaklıkla beslenen bir ruh hali... Bu sıcak bile beni kendime getiremedi. Benim geldiğim yer, kendi geçmişimdi. Soğuktan donup kaldığım yer.</p><p>Yavaşça yerimden kalkıp karşıya geçmeye yeltendim, nedense sokaktan bir arabanın geçeceği tuttu. Prodüksiyon yoldan geçsin diye figuran tutmuş diye düşündüm. Bir çekim sahnesi değil miydi bu? Korna çaldı ben sokağa adım atınca, aldığı paranın hakkını vermek için. Kızgın görünüyordu elini ne yapıyorsun diye sallarken. Daha iyi oynamalıydım belki de.</p><p>Binanın serinliği müthiş rahatlattı beni, biraz toparladım sanki. Aşağıdaki deponun nem kokusu geliyordu hala. Kıvrılan merdivenden yavaşça yukarı çıktım. Buraya figuran almamışlardı, sadece kendi adımlarımı duydum beş kat boyunca. </p><p>Zili çaldım. Acaba kapıyı mı tıklatmalıydım? Kanatlının kapının demir sürgüsü gibi olmasa yine de gürültüyle açıldı, geçmişim. Sol taraftan bir kısmı görünen salon duvarında astığım afişler yoktu, yeni bir renge boyanmıştı zaten. Sağ omzuna doğru düşmüş, yakası sünmüş fanilayla karşımdaydı; uzun saçlarını kestirmişti. </p><p>- Ben geldim, dedim.</p><p>- Kimsiniz?, diye sordu.</p><p>Haklı bir soruydu.</p>yavuzyhttp://www.blogger.com/profile/03859917028835105861noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-11515286.post-53923636326408952902021-02-19T11:42:00.007+03:002021-02-19T11:45:06.138+03:00Kesmeşeker 30 Yaşında, Ada Yayında<p> Uçsuz bucaksız azınlık'ın ada'sı, Kesmeşeker'in 30. yılı; 19 Şubat'ta yeni bir şarkı ve eski üç şarkının yeni düzenlemesi yayınlandı. <a href="http://kesmeseker.org/2021/02/17/kesmeseker-30-19-subatta-cikiyor/">http://kesmeseker.org/2021/02/17/kesmeseker-30-19-subatta-cikiyor/</a></p><p>Youtube'ta: <a href="https://www.youtube.com/watch?v=s9ATvfnYqwQ">https://www.youtube.com/watch?v=s9ATvfnYqwQ</a></p><p>Spotify'da: <a href="https://open.spotify.com/album/6fbI379hCCxL3QLko8hEqR?si=eUNIjrYlQpqX-2tm48WrDA">https://open.spotify.com/album/6fbI379hCCxL3QLko8hEqR?si=eUNIjrYlQpqX-2tm48WrDA</a></p><p><br /></p>yavuzyhttp://www.blogger.com/profile/03859917028835105861noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-11515286.post-61243064531243699852021-01-22T12:39:00.002+03:002021-01-22T12:39:42.468+03:009 no'lu Öykü<p> Öylece duvara bakarken bir şeylerin kitaplıktan aşağıya doğru sızdığını fark etti. İnce bir çizgi, siyah bir kan gibi, bir karınca sürüsü akıyordu duvardan. Gözlerini biraz kırpıştırıp odaklanmaya çalıştı. Böylece dümdüz değil de inişli çıkışlı bir şeylerden oluştuğunu fark etti. Bir harf katarıydı bu. A'lar, H'ler, küçüklü büyüklü harfler arka arkaya dizilmişti. Önce aşağı doğru sonra hafif bir kıvrımla yukarı. Bir tepeden diğerine giden harf treni. </p><p>Yavaşça doğrulup duvara doğru yaklaşırken dizlerindeki kalem ve defter de yere düştü. O sırada ince çizginin yavaş yavaş dağılıp birer sıra olmaya başladığını gördü. Kitaplıktan duvara akan hat, yeni bir düzene giriyordu. Karaltı gittikçe anlamlı hale gelmeye başladı. </p><p>Akıntıyı kaynağına doğru takip etti. Bir kitabın içinden kan gibi sızıyordu harfler; duvara doğru akıp orada yeniden sıralanıyorlardı. Kitabı çekip aldı raftan, açtı, o ince sızıntı dağıldı birden. Harfler pat diye yere düştü. ayaklarının dibinde mürekkep siyahı bir gölcük oluştu ama oradan da duvara doğru gitmeye devam ettiler. </p><p>Duvarda dizili kelimeler cümlelere, cümleler aşağı doğru paragraflara dönüştü. Kitap okunmak istiyordu belli ki. Kendini yeniden göstermek. </p><p>Cümleler en dibe kadar yere indi, halının üstüne doğru sıralanmaya devam ettiler. Halıyla zemin arasındaki kabarıklık çay ya da kahve dökülmüş kitap sayfası gibiydi. Hafiften geri çekildi, yazı aksın, cümleler devam etsin diye. Koltuğun üstüne doğru tünedi, sonra biraz daha geri çekilip pencere pervazına kadar geriledi. Harfler kelimelere, kelimeler cümlelere dönüşmeye devam etti. Birazdan cümleler bütün odayı dolduracaktı. Bir şeyler yapmalıydı. </p><p>Cümlelerin akışını takip etmeyi bırakıp duvarın en üstüne bakıp cümleleri okumaya başladı. Çok sevdiğini hatırladığı o giriş cümlesi. Giriş cümleleri hep metnin asıl geleceğini belirler. </p><p>Okudukça harflerin yeniden baştan sona doğru çözüldüğünü gördü. Elindeki kitabın boş sayfaları yeniden doluyordu. Tersine bir göç başladı. O okudukça duvar yeniden eski rengine döndü; kitapta çay dökülen yer görünmeye başladı. Kitap yeniden harflerle doldu. Bir tek, kitapta sayfalara aldığı notlar yerine gelmedi. Yere düşen defterini aldı. Notları oradaydı.</p>yavuzyhttp://www.blogger.com/profile/03859917028835105861noreply@blogger.com0