nerelisin?
Beni en çok sıkıştıran-cevap verirken yoran-kafamı karıştıran sorulardan biridir bu: Nerelisin? Oysa ki sürekli karşımıza çıkan, takside otobüste her yer bizi yakalayan, muhabbetleri başlatan bir sorudur; ağızdan öylesine çıkıverir. Bense bana sorulmasından imtina ettiğim için karşımdakine hiç sormam; bu soru sırası bana geldiğinde atlayıp başka bir klişe soruyu sorarım mümkün olduğunca… Ama işte kaçış yoktur bir noktadan sonra ve açıklamayı yapmam gerekir. O an gelince, birden gizemli bir şekilde, “zamanın var mı bunu dinlemeye” diye, bir film kahramanına dönüşebilirim! Sonra, “aslında şöyle ama bir yandan da böyle” diyerek karşıdakinin kafasını karıştırırım.
Hayır, yanlış anlaşılmasın, memleketimden-ailemden-köklerimden çekindiğim, korktuğum, onları sevmediğimden değil çekincem. Verecek net bir cevabımın olmamasından… Ben nereliyim? Doğduğum yer, büyüdüğüm yer(ler), doyduğum yer, nüfus kağıdımda yazan yer hepsi birbirinden farklı. Daha 25 yıllık süreçte, bir ton şehir dolaşıp hepsinden bir şeyler kaptım, hepsinde bir şeyler bıraktım ve birkaç yıl içinde yeniden mekan değiştireceğim yine ekmek parası derdiyle.
Belki çocuk yaştan itibaren gezip dolaşmamdan dolayı yolları ve yolculuğu bu kadar sevmem; ya da yolculuk metaforuyla-hiçbir yere ait olmamakla kendimi özdeşleştirmem.
Sahi, bir insan nerelidir? Doğup büyüdüğü yer aynı olanlar için bu soruyu cevaplamak kolay belki. Ama yerinden olmuş, yerinde durmayan, yerini sevmeyen, yerini arayan kişi için? Babanın-ananın toprağı mı (bunun ikisi de aynı olmayabilir); haspelkader doğduğun coğrafya mı; işini gücünü kurduğun yer mi; yoksa kendini ait hissettiğin başka bir yer mi?
Şimdi ben, bir çok şehrin havasını soluyup, hepsiyle çeşitli derecelerde gönül başı kurunca, kendimi de bir yere ait hissedemez oldum. Nereli olduğuma karar veremiyorum dolayısıyla. Çünkü beni ben yapan tek bir şehir-tek bir kültür yok. Adana’da geçirdiğim ortaokul ve lise yıllarımın üstümdeki etkisi oldukça yüksek; oradan ayrıldıktan sonra Adana Demirsporlu olacak kadar da etkilemiş beni. Ama “kafa kağıdım” Çamlıyaylalı gösteriyor beni. Hatta, Çamlıyayla Tarsus’tan ayrılıp ilçe olduktan ve bizim de nüfus bilgilerimiz değiştikten sonra, babam “artık Tarsuslu değil Çamlıyaylayız diyeceğiz!” noktasına gelecek kadar düşkün memleketine. Onun yanında Adana’yı seviyorum falan demem çok da bir anlam ifade etmiyor. Öte yandan, yıllardır yaşadığım Ankara ya da çocukluğumu geçirdiğim Eskişehir’in benim için neler ifade ettiğini nasıl anlatsam… Hala İstanbul’a giderken trenle, Eskişehir’de uyanık kalmaya çalışırım, o eski mahalleleri görebilir miyim diye. Ankara’nın sokakları, Yüksel Caddesi, Cebeci Stadı, burada sorduğum sorular-aradığım cevaplar-ayrıldığım insanlar ve başarılarım-başarısızlıklarım; azımsanmayacak kadar çok anı… Ankara’yı eleştirenlere, onu İstanbul-İzmir karşısında kötüleyenlere karşı, hiç düşünmeden verdiğim tepki, içime bir şeylerin işlediğini gösteriyor buraya dair.
Yine de kesin bi cevap istendiğinde, “Çukurovalıyım” diyerek, meşrebi geniş tutmakta fayda var; hala kahveyi cam bardakta -Tarsusi- içip, seksen’e seksan demeyi, “gidecik-yiyecik, geliyür-gidiyür” diye kelimelerin sonlarını yuvarlamayı, “heç” demeyi, ayakkabının ökçesine basmayı, kebapçıda lahmancucuda salatayı-limonu bol istemeyi-sonra da kendi kendime “ah nerede bizim oraların bol garnitürlü lokantaları” demeyi, televizyonda Torosları-şalvarlı amcaları teyzeleri gösterdiğinde “işte bizim oralar” diye ortalığı şenlendirmeyi, Pozantı’yı geçip de Torosların yeşilliği başladığında hafifçe gülümsemeyi, 01 ya da 33 plaka gördüğümde dikkat kesilmeyi sevdiğimden…
Bir yerli olmak, bir yerde olmak, bir yerin olmak, ait olmak-orada kalmak ve orayla bütünleşmek güzel olsa gerek. Ben hiç yaşamadım bu hissi; hep parçalarla, ufak tefek noktaları birleştirerek ben oldum. Daha nice yerleri görüp, oradan bir şeyler ekleyeceğim bünyeye bilinmez. Belki de bu şekilde, dünya vatandaşı olacağım; Stoacıların o kozmopolis’ine erişeceğim; kim bilir…
Hayır, yanlış anlaşılmasın, memleketimden-ailemden-köklerimden çekindiğim, korktuğum, onları sevmediğimden değil çekincem. Verecek net bir cevabımın olmamasından… Ben nereliyim? Doğduğum yer, büyüdüğüm yer(ler), doyduğum yer, nüfus kağıdımda yazan yer hepsi birbirinden farklı. Daha 25 yıllık süreçte, bir ton şehir dolaşıp hepsinden bir şeyler kaptım, hepsinde bir şeyler bıraktım ve birkaç yıl içinde yeniden mekan değiştireceğim yine ekmek parası derdiyle.
Belki çocuk yaştan itibaren gezip dolaşmamdan dolayı yolları ve yolculuğu bu kadar sevmem; ya da yolculuk metaforuyla-hiçbir yere ait olmamakla kendimi özdeşleştirmem.
Sahi, bir insan nerelidir? Doğup büyüdüğü yer aynı olanlar için bu soruyu cevaplamak kolay belki. Ama yerinden olmuş, yerinde durmayan, yerini sevmeyen, yerini arayan kişi için? Babanın-ananın toprağı mı (bunun ikisi de aynı olmayabilir); haspelkader doğduğun coğrafya mı; işini gücünü kurduğun yer mi; yoksa kendini ait hissettiğin başka bir yer mi?
Şimdi ben, bir çok şehrin havasını soluyup, hepsiyle çeşitli derecelerde gönül başı kurunca, kendimi de bir yere ait hissedemez oldum. Nereli olduğuma karar veremiyorum dolayısıyla. Çünkü beni ben yapan tek bir şehir-tek bir kültür yok. Adana’da geçirdiğim ortaokul ve lise yıllarımın üstümdeki etkisi oldukça yüksek; oradan ayrıldıktan sonra Adana Demirsporlu olacak kadar da etkilemiş beni. Ama “kafa kağıdım” Çamlıyaylalı gösteriyor beni. Hatta, Çamlıyayla Tarsus’tan ayrılıp ilçe olduktan ve bizim de nüfus bilgilerimiz değiştikten sonra, babam “artık Tarsuslu değil Çamlıyaylayız diyeceğiz!” noktasına gelecek kadar düşkün memleketine. Onun yanında Adana’yı seviyorum falan demem çok da bir anlam ifade etmiyor. Öte yandan, yıllardır yaşadığım Ankara ya da çocukluğumu geçirdiğim Eskişehir’in benim için neler ifade ettiğini nasıl anlatsam… Hala İstanbul’a giderken trenle, Eskişehir’de uyanık kalmaya çalışırım, o eski mahalleleri görebilir miyim diye. Ankara’nın sokakları, Yüksel Caddesi, Cebeci Stadı, burada sorduğum sorular-aradığım cevaplar-ayrıldığım insanlar ve başarılarım-başarısızlıklarım; azımsanmayacak kadar çok anı… Ankara’yı eleştirenlere, onu İstanbul-İzmir karşısında kötüleyenlere karşı, hiç düşünmeden verdiğim tepki, içime bir şeylerin işlediğini gösteriyor buraya dair.
Yine de kesin bi cevap istendiğinde, “Çukurovalıyım” diyerek, meşrebi geniş tutmakta fayda var; hala kahveyi cam bardakta -Tarsusi- içip, seksen’e seksan demeyi, “gidecik-yiyecik, geliyür-gidiyür” diye kelimelerin sonlarını yuvarlamayı, “heç” demeyi, ayakkabının ökçesine basmayı, kebapçıda lahmancucuda salatayı-limonu bol istemeyi-sonra da kendi kendime “ah nerede bizim oraların bol garnitürlü lokantaları” demeyi, televizyonda Torosları-şalvarlı amcaları teyzeleri gösterdiğinde “işte bizim oralar” diye ortalığı şenlendirmeyi, Pozantı’yı geçip de Torosların yeşilliği başladığında hafifçe gülümsemeyi, 01 ya da 33 plaka gördüğümde dikkat kesilmeyi sevdiğimden…
Bir yerli olmak, bir yerde olmak, bir yerin olmak, ait olmak-orada kalmak ve orayla bütünleşmek güzel olsa gerek. Ben hiç yaşamadım bu hissi; hep parçalarla, ufak tefek noktaları birleştirerek ben oldum. Daha nice yerleri görüp, oradan bir şeyler ekleyeceğim bünyeye bilinmez. Belki de bu şekilde, dünya vatandaşı olacağım; Stoacıların o kozmopolis’ine erişeceğim; kim bilir…
Yorumlar