Kayıtlar

Nisan, 2009 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

konuşmak

Güzel bir akşam yemeği ve üstüne kahve yerine, top oynamayı tercih etmek pek akıl karı değil. Ama zaten akıllı biri olsaydım, çok daha keyifli bir yaşam sürüyor olabilirdim. Yine de azıcık aklımı etkili kullandığım söylenebilir. Bu konuda görüşler var; ajanslara öyle geçti. Kritik meselelere dair yoğun bir diyalogla geçen 3 saatin ardından, hayat memat meseleleri üzerine düşündüm dün. Konuşabilmek bazı şeyleri değiştirir. Hatta serinletir . Bazen de hiçbir şeye yaramaz. Fazla konuşmak da delirtir. Kendi kendine konuşmak da iyi değildir-kendimden biliyorum duvarlar cevap verme yeteneğine henüz erişmedi. Ama televizyondakilerin benimle konuşacağı günü bekliyorum, The Game'deki gibi. Aslında konuşacak pek çok kişi var etrafımda ama yer-zaman meseleleri; koordinatları uydurma ve konsepti yerleştirme dertleri gerçekten içinden çıkılmaz bir hal alabiliyor gittikçe hızlanan/yuvarlaklaşan dünyamızda... Bu minvalde... İşte o yüzden susuyorum. Üşengecim çünkü. Ayar tutturmak pek bir zor

pazar ve mayıs

Bologna pilakisine limon olacak Ürdün modernleşmesi çevirisi oldukça yavaş gidiyor. Belki süreci hızlandırır diye, bu her zamanki sıkıcılığındaki pazar akşamına, geçen geceki yemekten kalan 17lik rakı şişesinin dibini de ekledim ki kötü meyhaneciler gibi cebimde taşımıştım kendisini eve gelene kadar. Pazar günlerinin kendiliğinden ürettiği boğucu ruh hali, akşamları dayanılmaz olur; daha önce bahsetmiş olmalıyım. Ağlamaklı bir simaya bürününce, yapacak daha iyi bir şeyler bulmak gerekiyor. Yürümek bunlardan biri olabilir. Hızlı hızlı... Öfkeyi ayakların altında ezercesine... Neye ve kime olduğu, bilindik. Gıyabında tutuklama... "Yine deli oldum sayende, saçımda rüzgar" Nisan yağmurlarının bitmez tükenmez neşesine, bir görünüp bir kaybolmasına, bizzat şahit oluyorum, sık sık kurulamak zorunda kaldığım ıslak saçlarımla. Mayıs'ın ağırbaşlılığını özlemle bekliyorum. Benzer bir vakarla onu karşılamak niyetindeyim. Sabahları uyandığımda beni karşılayan hesap kitap işleri n

vega

"belki de geçmişimde bir yerlerim yara aldı, yok belki ben öldürmüştüm, yaralanmam palavraydı; belki hiç anlatmadım, diyeceklerim yarım kaldı; yok inanma- bir şey yoktu-söyleyeceklerim yalandı..." (Vega / Hafif Müzik / Hafif Müzik)

temizlik

Cam silerken Radikal İki kullanmam evin genel ruh halini yansıtması açısından iyi oldu. Dikkatimi çeken bir nokta, Baskın Oran yazılarının olduğu sayfaların, Fuat Keymanınkilerden çok daha temizlemesiydi. Siyahtan griye dönen Dream Theater t-shirtünün yer bezi haline gelmesine karşı biraz daha direneceğim... Aslında bir şeyleri biriktirip geçmiş zaman dair kayıt tutma, sonra onlardan nostalji üretme gibi bir eğilimim vardı. Ama artık yok sanırım. Sıkılmış olabilirim bundan. Tam tersi atmak ve unutmak daha iyi bir yol gibi görünüyor. Tabii ki fiziksel şartlar da etkili: sürekli taşınma beklentisi, yolculuklar, dar evler, odalar... Bütün bir çocukluğum içinde yaşayanlar için değil, kullanılan eşyalar için ev tutma prensibine göre geçtiği için, fazla eşyadan sıkılmış olabilirim. Zengin olduğumuzdan değil tersine tedbir amaçlı her şeyden bir iki tane olan evlerde büyüyünce -bu yayla için, şu yeni ev için, o ablanın çeyizine, öteki senin düğününe vs- az eşya, minimal dimağıma daha uygun h
Laterna'da uzo, Çin Lokantası'nda tayland usulü dana; eski anıların üzerine bir bardak su. Yutkundum ve gitti- merak etmeyin fix menüydü hepsi. Hayatı sabitlemenin önünde bir engel; yan yollara sapıp manzarayı izlemek... Akıp giden zamanın içinde yaratılan ufak tatlar; asıl tat Bologna pilakisi için sıkı kontrole devam. Sabah sabah gözümü alevlere açtım, yan apartmanda bir daire cayır cayır yanıyordu. Zaten en büyük korkum yokuşu çıkınca evin yerinde olmadığını görmektir. Hele ki birinde çaydanlığı ocakta unutunca... Yanıp tutuşma metaforunu çokça kullanırız ama gözlerle görünce bir garip oluyor insan. Sonra meslektaşlarla YÖK önünde toplanmaca, hak talepleri, ıslık sesleri... Sakinlikten coşkuya geçişteki sert hat; değişken ruh hali; aslında bir hastalık belirtisi. Hayır ama beni ben mi delirttim ha? Yan yollardan ana hatta giriş çıkış; tozu dumana katan bir araba uğultusu; arkamda kalan yalnızca yılların tutkusu.

Yaklaşık iki yıl sonra yüzdüm

Yaklaşık iki yıl sonra yüzdüm. Uzun aylar-günler-saatler geçti bedenimi suya boğmayalı. Hak etmişti ama. Başka şeylerle boğduğum olmuştu, bir bu eksikti. Masadaki kız, neredesiniz kaç yıldır dedi. Dedim, şartlar elvermedi. Derdin ne anlat, dedi. Blogun adresini verdim. Bone kulaklarımı sıktı. İyi ki koca kulak değilmişim, öyle olanların derdini anladım. Biz de saçlarını kazıtanları... Bekleyip bekleyip gözümde büyüyen şeyleri aşınca, garip bir kendine güven; aslında istesen neler yapabilirsin tripleri; tembelliğime şakayla karışık küfürler... İşler yolunda gittiği zaman, kötü bir şeyler olacak diye korku. Alışmadık don...

andıran otu - cenk taner

"Sokaklarda görünmek. Başkalarının gözüyle onlara bakmak. Zor ama imkansız. Zor bir insan mıyım? Galiba öyle, umarım öyledir. Bu daha iyi ama güç bazen. Geceleri çıkar bazen ve kolaylaşır herşey. İstersem. Ama zor. Dünkü yağmurdan sonra kayalarla suyn dostluğuna inandım. İnanmak. İnanabilmek! Geceleri müzik. Bazen yatarken. Oysa eskiden bir odada saatlerceydi. Teyp sadık. Yanımda yatan bir vücut. Üstelik ruhu olan. Ondan gelen seslere takılan kafam güzel şeylere gebedir. Gebelik kısa sürer. Yine geceleri kendimi boş bir şarap şişesine bakarken bulurum bazen. Ama bu iyi, kendimi bulurum en azından, birşeye bakarken de olsa... Okuduğum kitaplar rüzgarlar estirirdi içimde. Eskiden. Dinlediğim şarkılar daha yüksek seste. Şimdi birşeylerin gürültüsü bastırıyor sanki. Duyuyorum yine de eski bir alışkanlıkla. Okuyorum daha sakin limanlarda. Daha mı çok anlıyorum? Anlamak, anlamak?" (Cenk Taner, Andıran Otu, syf. 13)

bir-kaç-şey

Şu kısa yaşamımda öğrendiğim ve kuvvetlice inandığım önemli birkaç şey var ki yolumu aydınlatmaya devam edecek kadar güçlü bir ışığa sahipler. Öyle ki onlarla birlikte gözlerim kapalı yürüyebiliyorum karanlıkta, yol göstericiler; klişelerin konformizmi... Hayat kurtaran mucizevi aşk yoktur. Tabii ki bunu öğreten mutlu saatler fenomeniydi. Savrulup gittiğin her ilişkinin sonu hüsrandır. Aslında olan biten sadece karşılıklı idare etmendir. Ele geçirdiğin başkalarının kanını emerek beslenirsin. O, kanını vermeye teşne olduğu sürece mutual boyut devam eder. Sonra ölmüş ve öldürmüş olarak posan çıkar; rahat edersin. Bir diğeri, birini ikna etmek diye bir şey olmadığı; derdini anlatırsın ama asla karşı tarafın fikrini değiştiremezsin... Sadece konuşarak kafa şişirirsin. Bazıları şişirme, bazıları da şişirilme konusuna eğilimlidir. Sonuçta patlayıp ortalığa dağılan parçacıklar, etraftakileri de pisletmekten başka bir şeye yaramaz. Halbuki susup, onu kendi tıkanıklığına bırakmak daha iyid

ev

Bu ev için bir şeyler yapınca, alışverişten dönünce örneğin ya da mutfağı temizleyip yerleri silince, koltukların yerlerini değiştirince, kendi kendime-kendimce, kendime yeterli olmanın mutluluğunu hissediyorum. Hala kendimde olmanın mutluluğu... Kendi kendine yardım. Buraya dair onca hatırayı, geleni gideni, olanı biteni, sayanı söveni bir halterci gibi omuzlayıp kaldırıyorum ıkına sıkıla, sonra yere atıp barı jüriye "işte bu minvalinde" yumruk sıkıyorum ya da körlingçilerin heyecanıyla parlatıyorum yerleri, taşları dışarı sürüklüyorum (Bu aralar Eurosportta takılı kaldım.). O yokuşu çıkmaya üşenmiyorum (kabul günde iki kere, zor geliyor); kışın üşümeyi umursamıyorum; balkonsuzluğu dert etmiyorum (zaten bu özellik, bizim oralara bizim oralar özgüdür). diskötek'in ev çığlığına nazire yaparcasına, burada olmayı, burada kalmayı marifet sayıyorum. Sürekli taşınmaktan, bir yerlere yolculuk yapmaktan, yurttan, kalabalıklardan yorulmuş biri olarak, bir yerde olmayı, bir ye

kalbim, diyorum

elimde bir çanta, şurda burda dolaşıyorum hep bir yerlere gideceğim sanki güvercinler konuyor saçlarıma bileklerime uçuşuyorlar... bir çınar yaprağı düşüyor ayaklarımın dibine kupkuru... elime alıyorum,çiziyorum üstüne kalbimi kalbim, diyorum yorgunsa da, yaralıysa da hepimizin... edip cansever

ağırlık ve hafiflik

"Yaşamımızdaki sarsıcı durumları dile getirmek istediğimizde, ağırlık belirten eğretilemelere başvurmak eğilimindeyizdir. Bir şeyin bizim için büyük bir yük olduğunu söyleriz. Ya taşırız bu yükü ya da beceremez okkanın altına gideriz, bu yükle didişir kazanır ya da kaybederiz. Ya Sabina -sahi ne olmuştu ona? Hiç. İçinden terk etmek geldiği için bir erkeği terk etmişti. Erkek onun peşinden mi gelmişti? Ondan intikam almaya mı çalışmıştı? Hayır. Sabina'nın dramı ağırlığın değil, hafifliğin dramıydı. Onun payına düşen yük değil, var olmanın dayanılmaz hafifliğiydi. O zamana kadar ihanetleri heyecan ve neşeyle doldurmuştu için. Çünkü yeni ihanet serüvenlerinin önünü açıyordu önünde. Peki, ya bütün bu yolların sonu varsa? İnsan, ana-babasına, kocasına, ülkesine, aşkına ihanet edebilirdi ama ana-baba, koca, ülke, aşk elden gidince-ihanet edebilecek ne kalıyordu geriye? Sabina çevresinde bir boşluk hissediyordu. Ya bu boşluk, bütün ihanetlerin varacağı yerse? (...) Peşine düştü

top oyna-

Piknikte top tepemedik. Özel güvenlik izin vermedi. Nerede o eski piknikler, sayın seyirciler... İp atlayanlar vardı ama, o iyi bir gelişme; korumamız gereken değerler... Top oynamak için, plastikten bozma halı sahalara gidiyoruz. Eskiden halının üzerinde gol sevinci yapan futbolcuları taklit ettiğim için eşofmanlarımın dizleri yırtılırdı. (Sevinci abartıp etraftaki vazo vb şeyleri devirmek anneden kırmızı kart görmeye yol açıyordu.) "Everbody loves 90s" gecesine yamalı eşofman ve pantolonlarımla (kısaca pantol) gitmek istiyorum. (Dirseği yamalı kahverengi ceketimi Tolga Savacı'ya vermiştim neyse ki...) Tabii biz biraz geriden geldik 90lara, varoş çocukları olarak; aradaki açığı kapatmakla geçti ilk gençliğimiz. MTV'yi üniversitede izlemiş olmanın ağırlığı omuzlarımda... Bir de yurtdışı hadisesi... Omuzlarım, vücut geliştirmecilere göre, çok şey taşıyabiliyor! Inter-rail hayalleriyle geçen, "inner-rail"e dönüşen lisans yazları, hala içimde ukte. Top oynama

gelmiş bulundum

Cuma günü Haydar Ergülen'le, söyleşisinin ardından bira yudumlarken, demiryolu romantizmini kısacık da olsa konuşma fırsatım oldu. Onun Eskişehirspor'la kurduğu bağ gibi bir şeyi Demirspor için de bizim yapmaya çalıştığımızı söyledim. O da, Es-Es için yazdığı Haydarpaşa-Eskişehir-Ankara şiirinin ancak kırkından sonra çıktığını biraz mahçup fısıldadı. Kırkımıza kadar neler olur-hayatta kalır mıyız/bırakılar mı-bilinmez, ama bir şeyler bırakabiliriz umarım ardımızda. Yıllar sonra gelen pazar pikniğinin yorgunluğu olsa gerek, (yoran piknik mi yoksa yıllardır bunu beklemek mi bilmiyorum) gidip Başkan'ı karşılayamadım. Yolları tutanlara, evi derleyip toparladığımı da söylememin bir anlamı olmayacaktır. Kraliçe'nin de aylar önce beni görmeden gittiğini anımsıyorum... Halbuki saraylara layık hayatımın, yönetici elitin dikkatinden kaçmayacağına inanıyordum yıllardır. Kenti ele geçiren Başkan'a, Haydar Ergülen'in en sevdiği şiirden bir kesiti hediye olarak gönderiyor

fuarcılık

Geçtiğimiz günlerde, fuarcılık sektöründe çalışan biriyle tanıştım; bir şeyler yiyip içtik kısa süreli de olsa... "Nedir bu iş, ne yaparsınız" soruma oldukça uzun bir yanıt verdi. Coşku doluydu. Belli ki işiyle özdeşleşmiş-bir olmuş-hatta çok olmuş bir bünyeydi. Hareketli günlerini, yabancılarla ilişkilerini, yapıp ettiklerini hiç de merak etmediğim ayrıntılarıyla anlattı. Başlarda iyi bir dinleyici moduyla ama aslında başka şeyler düşünerek takip etsem de anlattıkları bir süre sonra "yahu bu hayatlar pek bir klişe-hep aynı şeyleri mi yaşıyor bu insanlar" sorunsalıma yeni bir örnek oluşturacak niteliğe bürününce ister istemez kulak kesildim. (Önceki düşündüklerimi, bir kenara koydum.) Yeni evlenmiş; eşi görece rahat bir tempoda çalışıyormş; o gitmeden evde yemekler hazır oluyormuş örneğin. Ya da mutfakta birlikte iyi vakit geçiriyorlarmış. Eşinin de yurt dışı seyahatları, toplantıları dolayısıyla yabancı dostları pek çokmuş. İkisi de kendi hayatlarını yaşıyorlarmı

kan

Bugün kan verdim. En son kan verdiğim kişi, hayatta kalamamıştı; lisanstan sınıf arkadaşım... Bu seferkinin durumu daha iyi gibi. Tanıdık biri değil. Bu daha garipti. Aslında kan grubumdan bile emin olmamanın verdiği tedirginlikle oradaydım. Ameliyathaneden gelecek habere göre hazırda bekledim. Taze bir kandım; nefes alıp veren. Kalbim pompalamaya devam ettiği için şanslıydım. Bekleyişin gerginliği, kısır sohbet denemeleri, hastane kokusu. Sonra haber ve bir iğne deliğinden pompalanan kanın dışarı atılışı. Böyle delip dışarı akıtmak isterdim içimdeki acıyı-kini-kızgınlığı; ama birikip kana dönüştü hepsi; kalbim pompalamaya devam etti; şanslıydım. Bekleyişin gerginliği, kısır çıkış denemeleri, yüzleşme korkusu. Sonra sabır ve pompalanan hislerin bünyeyi olgunlaştırması. Aktım ve hayat verdim-en azından yardım ettim. Başka tedirginliklerle hala beklemedeyim, kalbim pompalamaya devam ettiği için. Şanslıyım; acıyı-kini ve kızgınlığı kana çevirmeye devam ediyorum. İğne deliğini doldurm

bahar?

Ankara'da mevsim geçişi diye bir olgu olmadığını hatırladık bugün. Unutmamamız gereken şeylerden biri. Diğerleri de, 1 Nisan'ın neden ve nasıl ortaya çıktığı, Sevgililer Günü'nün hikayesi, Anneler ve Babalar Günü'nün ilk nerede kutlandığı, Noel Baba'nın aslında Antalyalı olduğu vb... Baharın olmadığı kentte, yine de bahar aşıkları var. Bugün onlardan gördüm uzun yürüyüşümde, sevindim. Güneşi gördüler mi karanlık cafelerden koşup çıkan sevdiceğizler... Park köşelerinde gizlenen eller; yaklaşan bedenler... Otobüs duraklarında, vapur iskelelerinde, okul çıkışlarında beklenenler; kentin otel ve pansiyonlarını öğretenler... Güneş ılıtmaktan vazgeçip haşlamaya geçtiğinde, "biraz daha yarabbi" diyerek bağırlarını açanlar, içleri yananlar... Yok hayır, "beni bu havalar mahvetti" demeyeceğim; beni daha çok sonbaharlar mahvetti. Düşen yaprakların hışırtısını sevemeden ayaza ve evin içine sokan dönen havalar. Hüznü yaşamaya izin vermeyen karakış. Halb