Kayıtlar

edebi etiketine sahip yayınlar gösteriliyor

Modern Hayat Yerle Bir Oldu

 Ankara'da herhangi bir statta maç izledikten sonra sağda solda takılıp, belki ayran-simit ya da ciğer-kebap, devamında Sakarya diye devam eden hafta sonları... Güneşli öğleden sonraları, zaman: bahar. Kış ise içlik altta. Sonra fermente sıvılar; sarı, kırmızı, beyaz. Bir daha, bir daha... Günler boyunca, bir daha. Dostlar, kızgınlıklar, kırgınlıklar, aşklar. Kadınlar ve erkekler. Biz. Beraber, birlikte ve dip dibe, diz dize. Biz ve onlar. On yıl sonra burada yine buluşalım, olur mu? Olmaz.   On beş, yirmi, yeniden... Hadi eyvallah. İnsanların içinden, kalabalıkların içinden kaçıp geldiğim bu sığınakta, ilmik ilmik işlenmiş bir el sanatının karşında oturuyorum. Ilgıt ılgıt gelen geçmiş rüzgarların ısıttığı yüzümün tanıklığında.... Islık ıslık öttürülmüş bir geçmiş; bir melodi, bir ezgi. Eskidi. Elden geçirilmesi gerekli.   Anılarımı elden geçirip birer sanat eserine aktarmak istediğimde, bu konuda eğitimsiz ama hevesliydim. Belki uygun bir yer, uygun zaman, koşu...

Giden değil kalan

 Ayakları onu yine bu sapa yola sokuyor. Beyni ile kasları arasındaki gergin ilişki... Düzenli ziyaretleriyle kendini yakınları gibi hissetmişti demek ki. Aslında günlük yürüyüş rotasını değiştirip girdiği ağaçlı yolda birden karşısında beliren bir evdi. Kendi geldiği taraftan pek gelen giden izi yoktu. Diz boyu otlar ezilmemişti. Karşı tarafta ise nadiren gelen araçların açtığı izler yine inatçı otlar tarafından örtülüyordu. Çok ziyaretçileri yoktu anlaşılan. Kim gelir bu kadar sarp bir yere? Gelmek zorunda olanlar belki. Onlar da önce korkmuş, sonra şaşırmıştı aslında. Kimdi bu adam; hırlı mı hırsız mı? Yıllar önce yaptıkları, belki bir ara para bulursak büyütürüz dedikleri kulübede onları haftada bir ziyaret eden yabancı. Gide gele kendini sevdirdi. Ekmek, su, bir şey lazım mıydı? "Siz inemezsiniz bu kadar yolu; alayım ben."   Yaşlı bir çift. İki çökmüş beden. Belki çok yaşlı değiller ama beklemekten yaşlanmışlar. Hayatın yükü omuzlarında. Çocuklarını, torunlarını, onl...

yaşadım ve çaldım

 Bizim evde hiç müzik aleti olmadı ama çevremde de oldukça çoktu. Arkadaşlarımın gitarları, bağlamaları, kemanları her zaman saygı duyduğum nesneler olmuştu. Tellerine, penalarına, mızraplarına, saplarına dokunmak bana başka bir zaman geçişin olasılığını hissettirirdi. Bu hisler pratiğe uzun süre dökülmedi. Tabii bunlar bir yandan da zenginlik göstergesiydi. Bizim gibi memur ailesi için bunlar tamamen lükstü. Öyle 5 yaşında ilk bestesini yapan, 9 yaşında ilk ödülünü alan müzisyenlerden değilim anlayacağınız. Pek bir aile desteği falan da görmedim. Yine de içimde bir müzik sevgisi olduğunu söyleyebilirim. Genelde haber dinlemek için kullanılan evin önemli şahsiyeti radyoda, ben engel olmazsam hemen kapatılan klasik müzik eserlerindeki aletlerin ne olduğunu, ansiklopedilere bakarak tahmin etmeye çalışıyordum o zamanlar. Müziği hayal ediyordum diyebiliriz. Başka bir aleme geçmenin aracısıydı o. Şimdi sizlerin karşısında bir başarı hikayesi olarak otursam da aslında benim piyanoyla mac...

Devrildiğin Yer

 Yerde, sırt üstü gökyüzüne bakıyor. İki uzun kavak... Ömrü gibi uzun, geçip gitmiş zamanlar; buralarda kimler böyle dinlendi, ne çok çoban çömeldi, ne defineler gömüldü unutuldu gitti. O da bu zamanın içinde bir nokta. Haşırdayıp duran, hafifçe sallanan, hatta en üstlerde sanki fırtına varmış gibi savrulan ince dallar yapraklar... Kökten uca doğru incelen hatlar, hep daha uzağa gitmeyi anımsatıyor. Onlarda güçlenecek elbet, kökler izin verirse. Kendi gibi devrilip kalmazlarsa...  Gittikçe gömüldüğü toprakta artık daimi bir misafir olmak üzere. Gençliğinden bugüne onca mekan dolaştıktan sonra, bir gezgine yakışır biçimde neredeyse hiç bilmediği, hiç tanıyanın olmadığı bu unutulmuş mekanda tarih oluyor. Ne denizciler, ne dağcılar geldi geçti hikayesinden. Çok konuşanlar, çapkınlar, hiç konuşmayanlar, münzeviler, hastalar, kendiyle ve başkasıyla derdi olanlar... Hangi kategoriye girdiğini hiç bilmedi. Bazıları onunla ilgili tespitler yaptı ama onun içine sinmedi. Belki de o yüzd...

Aynısından İki

 Masaya yıkılıp kalmıştım. Elimdeki bardağın ıslaklığı ile alnımı koyduğum kolumun gittikçe acımaya başlaması, o sırada hayatla kurduğum tek duyusal bağlantılardı.  Sıcak yaz rüzgarının ve denizden gelen şen şakrak seslerin diğer duygularımı harekete geçirdiği söylenemezdi. Kafam başka yerdeydi, bedenim başka. Sinir uçlarım körelmişti. Biri masama oturup konuşmaya başlayana dek... Önce kulaklarım, sonra baş ağrım geri geldi.  Tasarımcı olarak tanıttı kendini; insan hep önce tasarlar, sonra uygular. Halbuki her şey bu kadar doğrusal değildi.  Benimle konuşup konuşmadığını anlamak için etrafıma baktım. Bir yandan da bu kafayla hangi tuzağa düşürülüyorum diye düşünüyordum. Amerikan filmlerinden bilinen sahneyi yaşayıp yaşamadığımı kontrol ettim. Kamera açısı genişliyor; ben, masa, o, kumsal deniz ekrana giriyordu. Hayır, başka kimsecikler yoktu. Bir yandan elimdeki bardağın, oturduğumuz altılı masanın, üzerimizdeki gölgeliğin fiziksel ve matematiksel yönlerini anlatmaya...

Acının Tarihi

 Boynumdan yukarı doğru çıkan her türlü damarı hissetmemi sağlayan ağrı, baş ağrısı kategorisine alınırsa haksızlık edilecek cinsten bir doğa olayıydı. Bu başlı başına incelenmesi gereken bir fenomendi. Sinüzit-migren-Hegel diye giden ağrı silsilesinin yeni aşaması olabilirdi. Bilim insanlarına bunu incelemesi için bir fırsat vermeliydim. Bedenimi bilime adamalıydım. İlk adım olarak nöroloji servisini seçtim. Bunun çözüm bulacak tek yer olmayacağını biliyordum. Sırtıma o mavi yelek geçirilecek, pek çok makinenin içine girip altına yatacak ve yatıp kalktığım beyaz zeminlerde izimi bırakırken bir yandan da bilim tarihine adım geçecekti. Başı ağrıyan o adamdan daha fazlasıydım!  Muayene öncesi sıramı beklerken benim gibi tarihe geçecek diğer yarışmacı adaylarıyla göz göze geliyordum. Kim daha ileri gidebilecekti! Kimin adı bir model olarak kayda geçecekti. Kim daha çok ağrıyordu, kim daha sorunluydu! Hadi bakalım... Yarış başladı. İri yarı hemşire adımı okuduğunda diğerleri ne ka...

Per Petterson

Per Petterson ile geçen yaz, At Çalmaya Gidiyoruz ile tanışmıştım. Bu yıl yine Metis'in kampanyasından Lanet Olsun Zaman Nehrine kitabını aldım ve okudum. Yine aynı harika tatla bitti kitap: Sinemadan çıkan insan hissi.  Sinematografik diliyle kolaylık filme uyarlanabilecek kitaplar yazıyor. Tabii aynı tadı verir mi bilmiyorum, belki iyi bir yönetmek elinde, bende Nuri Bilge Ceylan filmleri uyandırıyor yazdıkları.   Bu kitapta da yine aile ilişkileri ön planda. Annesinin gözünde bir türlü olgunlaşmamış olan Arvid'in ona kendini anlatma derdi, yaşadığı gitgelleri, tutunamama halleri var.  Kitaptan pasajlar: "benim kim olduğumu bildiğini sanıyordu ama bilmiyordu. Ne 1989'da o kumsalda, ne on beş küsur yıl önce Bergersen'in kafesinde ne de ben komünist olmadan önce. Bana dikkat etmez, başka şeylerle ilgilenirdi. Eve geldiğimde, nereden geldiğimi bilmez, evden çıkarken nereye gittiğimi bilmez, nasıl bocaladığımı anlamaz, onsuz on altı, on yedi, on sekiz yaşlarımı, Tro...

Peter Handke - Çocuğun Öyküsü

Salgın günlerinde evde uzun süre bir şey okumadan durdum; uzaktan eğitim, ev işleri, tedirginlik, Rüya ile uğraşma... Okumaya yeniden başlarken bu sonuncu konuya temas etmiş olmak, tabii ki tesadüf değil. Tercihlerimiz, biziz. Metis'in Mayıs kampanyasından aldığım kitaplarla yaz havasına da ufaktan girmeye başladım. Peter Handke, tartışmalı Nobel sahibi yazar; ki bu kitapta da yer yer siyasi meselelere değinmiş; Çocuğun Öyküsü'nden: "tam da bu dönemde adam, yaşayışı ve yaptıklarıyla döneminden kaçtığını ve gerçekliği görmezden geldiğini,giderek daha sık duymak zorunda kalıyordu kendisini ziyarete gelenlerden. Eskiden olsa böyle suçlamalara karşılık verirdi. Ama çocukla geçen bunca yılın ardından, artık hiç kimse ona gerçekliğin ne olduğunu söyleyemezdi. Çalışmayla çocuk arasında kararsız kalışının çözümsüzlüğü de, "modern zamanın" yalan yaşamından nihayet arınmış ve olayların üzerinde kalan bir tür durağan ortaçağı çocukla birlikte sürdürdüklerini yavaş yavaş kes...

8 no'lu öykü

Zamanın geçmesini beklemek konusunda iyiyimdir. Beklerken eski defterleri açmakta da... Kapatılmış muhasebe kayıtlarını bozup yeniden denkleştirmeye çalışmak huyu da ailevi olabilir. Tedirginlik ve kötü bir şeylerin olacağını beklemek ise yaşanılan toprakla ilgili... İşler yolunda giderken, olan biteni fazla dillendirmeyip susmak, gelenek görenek meselesi. Sevip kolladığımız şeylerin eriyip gitmesi, tersine dönmesi, alışıldık. Hayalkırıklıkları üzerine inşa olmuş bir hayatı en güçlü yapıştırıcılarla yapıştırsam da bağlantı izleri belli oluyor. Yapıştırıcıyı bolca sürüp üflüyorum hızlı hızlı; nefes al ver nefes al ver. Yaşa, yaşa, yaşa, ölümüne yaşa! Yani o kente gitmesem, şu kişiyi seçmesem, bu sınava biraz daha çalışıp başka bir işe girsem... İstek kiplerinin dilek-şart kipine dönüştüğü günler. Seç, çalış, gir, yap. Otur ve yaz. Anılarım. İyi denemeydi. Daha önce de çeşitli denemelerim oldu; farklı şehirlerde yaşamayı ve farklı işler yapmayı denedim. Nedense hep dönüp dolaşıp bu...

biraz daha uzun öykü denemeleri #7

Deniz kenarında yürüyorum soğuk havada, kendi kendime konuşuyorum sanmasınlar diye kimsenin duymayacağı mekanlar seçiyorum. Ses kayıt cihazımı açtım; konuşuyorum: "el yordamıyla yaşamaya alışmıştık yıllarca, şimdi biraz daha açıldı sanki gözümüze ışık geliyor yavaştan, insanlar insanlar her yerdeler parlıyorlar çarpa çarpa büyüdük onlara gözümüzü aldılar, yerine ne verdiler, organlar, birbirinin yerine geçiyor belki de iyi kötü yolumuzu buluyoruz, hayır kötü manada değil, bir yol buluruz ya da gerekirse açarız manasında, yollar tıkanınca yine de bir şekilde nefes almaya devam ettik, ışıklar yoktan geldi ve bizi buldu, şimdi bizim gibi birileri bizden habersiz içeride kıyıda köşede büyümeye devam ediyor. yine elimizi koyuyoruz orada mı acaba diye, hala hayat var mı diye, yüksek ses dalgalarının etkisini göstermeyen elimizin sıcaklığını hissedecek mi diye. elimizi kolumuzu bağlayan kaderin kafasının dikine gitmesine inat hala ayaklarımızı kullanalım, dikelelim ve kendi hayatımızı ...

minimal öykü denemeleri #6

Koltuğa oturur oturmaz çantasından kremini çıkarıp sürdü, bana da uzattı, kayısılı, kulaklık kalkanımın arkasından yanaklarımı yukarı kaldırıp "teşekkür ederim-bi uzak dur" karışımı mimiğimi yapıp yine camdan dışarı baktım. Bi' hareket edemedi şu otobüs. Cam kenarı, kurtarıcı olmuyor kimi zaman. Annem soğuk olur kızım, oradan alma dese de muavinin orasını burasını değdirmesinden daha kötü değil. Çantasını karıştırıyor bizimki, saçlar başlar yerinde, çanta orijinal büyük ihtimalle. Kentin özel üniversitelerinden birinde olma ihtimali yüksek ya da işletme bölümünün potansiyel-presantabl-satıcılarından. Dış görünüşün önemli olduğun katılıyorum. Sevgili seçimlerimde hep ilk sırada o gelir, huyum kurusun. İç güzellik safsatasına bir türlü ısınamadım. Belki bir zamanlar, eskiden... Çaprazdaki yakışıklıyı keserken de aklıma geldi; önce çekicilik. Şimdi o kayısı kokulunun koca çantası görüş açımı kapasa da kısa bir geçmiş turu yaptırdı bana, burnu güzel çocuk. Benim o edebi haval...

minimal öykü denemeleri #5

Selanik Caddesi ile Kızılırmak Sokak'ın kesiştiği yerde buluştuk. Nepal'den ithal garip desenli uzun eteği ile Hindistan'dan gelmiş heybe tipi kırmızılı siyahlı çantasıyla Uzak Asya ıtırlı kokularını bünyesinde taşıyordu. Saçlarının birazını rastalı gibi ördürmüş, böylece Latin Amerika'ya geçiş yapmıştı; kulaklığından dinlediği müzik yayılıyordu; Kuzey Avrupa cazı. Bütün dünyayı bünyesinde toplamış Miss Universe. Bense buram buram tarhana kokan Anadolulu: Babamdan kalmış gömlek ve hırka ile kuzenin ikinci el kotu. Neyse o Lee Cooper'dı; iyi kötü dünyayla bağlantım vardı. Karşıdaki kafe yerine, kahveleri pahalı diye girmeye çekinsek de çaldığı müzikler hep ilgimizi çekerdi; ilk buluştuğumuz yere, Orta Dünya Cafe'ye gittik. Dünyalar arası bir diplomasi krizi olacağı belliydi sessizliğinden; en son messenger'da buluşmak için yazıştığımızda anlamıştım bir şeyler olduğunu, iletisinde bana çakmış gibi gelmişti. Burada kitap değiş tokuşu yapmıştık, ikimiz de İmge...

minimal öykü denemeleri #4

Geniş, gepgeniş bir alan; yemyeşil otlar uzanıyor karşıdaki çayırda ve yukarı yamaca doğru koyulukları artıyor. Aralarında beyazlı siyahlı koyunlar. Benim koyunlarım. Gözetimim altında. Altımda kocaman bir kaya. Elimde sopa, çok mistik. Dünyayı yönetiyorum bu kayada, eski büyücüler, şamanlar, kabile şefleri gibi. Masa başı işi yapmak istemiyorum diye çıktığım ergenlikten kayabaşı işi yaptığım olgunluk günlerime... Okul bitip eve dönünce ne çıktın sen şimdi diye sordu büyük ninem. Adam olup çıktım dedim, adam. İlk insan ben değildim bu yola giren, sonuncu da olmam elbet. Sınavdı, başvuruydu, şehre geri dönsem mi derken elime sopayı tutuşturdular, gençlere kredi veriyormuş devlet. Çoban kalmamış köyde. Zaten sen insanları yönetmek isterdin hep, önce hayvanları yönet. Stajımı çoban olarak yapıyorum. Bu eşsiz manzarada Hasan Ali Toptaş tasvirleri yapmak mümkün ama olmuyor. Ne çiçeğin üstündeki arı, gezip dolaştığı yerler hakkında bana bilgece nasihatlar veriyor, ne yamacın ucundaki tek b...

minimal öykü denemeleri #3

Üstümü başımı kontrol edemeden evden çıktım. Ne oldu yine bizimkine? Bir de bize derler belli dönemlerde bir hallere giriyoruz diye. Ya erkekler girmiyor mu? Belki de hiç çıkamıyorlar o hallerden. Neye kızmış olabilir? Çocuğu bile öpmeden çıkıp gitti, onu hazırlayacağım diye geç kaldım. Servisi bu hafta üçüncü kaçırışım, artık beklemiyorlar bile. Otobüs durağı kalabalık, yine kaçamak bakışlar oramda buramda. Reklam panosunun camından kendimi süzüyorum. Bu takımı pazartesi de giymiştim. Kirliye koymamışım. Otobüste çantamı yine taciz dokunuşlarına karşı ne tam önümde ne tam arkamda tutmalıyım. Öyle bir kirik noktada, koltuk altımda. Yoksa bu sefer kapkaça da maruz kalabilirim. Ne çok şey düşünmek zorundayız biz? Biraz erken inip yürüsem mi ama bu topuklularla da yürünmüyor yahu. Otobüsün dolanıp durması iyice geciktiriyor beni. Ofise girdiğimde, gözetleme noktasından patron yine süzüyor baştan aşağı: bu kaçıncı gecikişin? Kafamla selamlayıp geçerken, aşağı inen gözlerinin orada kaldığın...

Yolculuk öncesi

Kafamdaki kargaşayı adana otogarında görmek mümkün; mahşerin kopyası, her çeşit ses ve gürültü, mizaç ve mizah, korku ve gerginlik. Biliyorum bunları bir yerden. Sessiz ve karanlık odalardan dağ başına geçtim, acaba sonum burası mı diye içim içimi yiyerek, toprağa akın olmanın verdiği sağaltım. Rana Dasgupta'nın Solo'sunu okuyorum bir yandan, yine yaşlılıktan geçmişe yolculuk hikayesi. Ben de kendimi nasıl heba ettiğimi izliyorum çeşitli anılarda, nelere cesaret edemeyip nelerden kaçtığımı, kimleri kırıp neleri döktüğümü. Kendime haksızlık etmeye devam. Sırtımı sıvazlasın diye ancak annemin yanına gelebildim. Pek arayıp soranım yok. Ne desinler, onların söyleyeceklerini ben kendime söylüyorum. Kendimden başkasını düşünemiyorum. Ama düşünmeliyim. Etrafta dertlenecek çok şey var. Kendimden biliyorum. Şaka şaka, hiç bir şey bildiğim yok. Uzun bir yolculuk öncesi kendi kendime konuşuyorum. İnsanları pek sevmiyorum ama kendi kendime de sıkılıyorum bazen.

tekrar

Hayatın çeşitli dönemlerinde sıkça olan bekleyişlerden birine daha imza atıyorum bugünlerde ve biliyorum ki "beklemek, gövde kazanması zamanın". O gövde de beni eziyor. Bu ezilmenin nedeni kafamda uydurduğum senaryolar ve kurduğum denklemler. Aslında bu hünerimi daha kurgusal işlere verseydim şimdiden hikayeler yazmaya başlamıştım. Kendime her gün yüzlerce kez tekrarladığım ve bir şaman büyücüsü gibi görev edindiğim tekerlemelerim, önceki yaşananlar, beni hem rahatlatıyor hem gerekiyor. "Daha önce de şöyle olmuştu, şimdi de böyle olacak" . Buradan şairane bir iş çıkmayacak; hayatın rutini içinde kaybolup gideceğiz. Kendimi hırpalamaya değmez.

Çözülür

Her şey çözülür ve ben de çözülüyorum. Sorun yok; hallolur. İlmek ilmek ayrılan parçalarım, hünerli ellerde bir örgüye dönüşür. Her şey olacağına varır. Demek ki bir kördüğüm olarak örgü olacağım. Kendi ipliklerime dolaşacağım. Biraz beklersen düzelir. Biri gelir çözer. Başkalarına önerdiğim yollar kendimde tutmayacak. Yeni bir kurgu yaratamadığım için uyduruk gerçekliğin içinde takılı kalacağım. Halbuki bir hayalperest olma hedefiyle çıktığım yolda sessiz sakin bir hayat sürme isteği, minimalist bir yaşam tarzı arayışım varken şimdi durur vaziyette kafamın içindeki karmaşadan çıkamıyorum. "everything you need is around you, only dangerous is inside you" , demişler miydi? Duymuştum. İçimdeydim. Zaten oradan çıkmamak tek problemim. Dışarıda bir hayat var ve ona dair attığım her adımda işler sarpasarıyor. Geri döndüğümde de içerisi aynı olmuyor. "Aslında gerçek bir sorun yok ama hep aynı dertler hep aynı...". Sorun yok; çözülür; çözeceğim. Kendi kendime. Belki de so...

Per Petterson - At Çalmaya Gidiyoruz

Norveçli yazar Petterson'ın kitabı, kitapta anlatılan hislere denk gelen bir zamanda okumuş olmam, dünyanın başka yerlerinde aynı hislerle dolu insanların olduğunu bir kez daha hissetmemle edebiyata olan hayranlığımı ve bağımı artırırken çocukluk ile yaşlılık arasındaki bağı anlatmasıyla, en iyi kitaplarım arasında hızlıca üst basamaklarda kendine yer buldu. Harika! "acaba uzun bir süre yalnız yaşayınca insan böyle mi oluyor, bir düşüncenin ortasında birden konuşmaya mı başlıyor, konuşmakla konuşmamak arasında ayrım siliniyor mu, içimizde kendimizle sürdürdüğümüz hiç bitmeyen sohbet hala görüşmeyi sürdürdüğümüz insanlarla yaptığımız konuşmaların içine mi sızıyor, insan çok uzun süre tek başına yaşayınca birini ötekinden ayıran sınırlar bulanıklaşıyor mu... Benim geleceğim de böyle mi olacak? " syf 143. "keyfim tavan arasıyla bodrum arasında gidip gelen bir asansör gibi bir iniyor bir çıkıyor, günlerim artık benim düşündüğüm gibi geçmiyor. Ufacık bir şeyi büyütüp ...

Iris Murdoch - Ağ

Ayrıntı'dan aldığım Iris Murdoch serisine başladım; evde Melekler Zamanı ve okulda Ağ ile... "uzun bir ayrılıktan sonra buluşulduğu zaman söylenen bütün sözlerin ölü şeyler gibi yere düşmesinden, bu ölülere can vermesi gereken ruhun havada dolanıp durmasından daha büyük işkence var mıdır? Bu ruhun varlığını ikimiz de duyumsuyorduk..." Ağ / syf 46.

Muhasebe #18

Bir blog klasiği olarak yılın muhasebesi yazısı; diğerleri farklı sanki, bize her gün muhasebe ve her gün hesap kitap. Bütün yıllar aynı. Gün geçtikçe gazı kaçan hayatta tatsızlık baki. Bu yılın en çok uğraştıran işi, ekonomik krizdi. Her şeyin indirimini  ucuzunu aramaktan takatim kesildi. Hayat ucuzladıkça kalitesizleşti, ucuzlayan hayat kalitesizdi. Kelime oyunları karın doyurmaya yetmedi. Üzerine bir su içip kendimize geldik. Haftalık birayı azaltıp onda da ucuzu bulma dertlerindeydim. Belki de kaçacak delikler tükendi. Bunu hesap kitap başlığında incelemiştik zaten. Para kadar insanlar da dertti. Hep o twiti hatırladım, İsa'nın 30 yaşında nasıl dokuz arkadaşı vardı? İnsanlardan yana hayalkırıklıklarım hayata dair umutlarımı da azalttı. Mesleğim de keyif vermiyordu. Yazmaktan başka ne biliyordum? Belki toprağa yeniden dokunmak gerekiyor. Ben de babam gibi köyün yolunu mu tutacağım? Armut dibine mi düşer? Filmde olduğu gibi, Elmaların gideceği yer diğer elmaların yanı mıdır? ...