Kayıtlar

2008 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

"insanların en verimli olduğu çağda tükendim"

"Bu duruma nasıl geldim? Neden bana yaşamasını öğretmediler? Neden bana, 'bizden bu kadar, gerisini sen bulup çıkaracaksın' dedikleri zaman isyan etmedim? Hayata atılmak gibi bir çılgınlığı nasıl yaptım? İnsanların arasına atılmayı nasıl göze aldım? Ben insan değildim ki. Yaşamadığım bir hayatın içine nasıl atıldım? (...) Onlar da bilemezdi: Görünüşümle insana benziyordum. Denemelerden geçmiştim. Her an ne yapacağımı söyleyemezlerdi bana. Beni aldattılar; gene de suçluyum. İnsanların en verimli olduğu çağda tükendim. Her anı, ne yapmam gerektiğini düşünerek geçirdiğim için çabuk yoruldum. Bana müsaade." (Oğuz Atay /Tutunamayanlar / s.616)

"bu kadar zamanı siz ne yapıyordunuz?"

"İnsanın kendisi gibi olmak istemediği zamanlar da varmış. Ben, herzaman kendileri gibi olmaları için baskı yapıyormuşum onlara. Tek yönlü, can sıkıcı bir yaşantıya itiyormuşum onları. Size yaranmanın bir yolunu bulamadım zaten. Bunu da açıkça söyleseydiniz, seve seve katlanırdım her yönünüze. Seninle olmuyor, diye kestirip attınız. Zamanın yetersizliğinden söz ettiniz. Oysa ben çoğu zaman yapacak bir iş bulamadım. Bu kadar zamanı siz ne yapıyordunuz? Biraz da siz öğretebilirsiniz bana. Önce alırdınız beni; istediğiniz biçime sokardınız...hangi kitapları okunacaksa, daha önceden söylerdiniz. Tabiatı sevmiyorsun; eşyaya bakmasını bilmiyorsun. Tamam. Bütün otların adları ezberlenirdi, at doğarken iç çekilirdi, duvarın üstünde kedi okşanırdı (bu sırada yüze en “canım” ifade verilirdi) benim değişme gücüme kimse inanmadı. Sonunda ben de inanmadım. İşte böyle can sıkıcı biri oldum sonunda gerçekten. Ne yazık: siz beni gerçekten bir adam, ne bileyim, sizler gibi kişilik sahib

"içimde bir şey"

Bazı hareketleri yapmama, içimde bir şey engel oluyor sanki. İstediği gibi hareket etmezsem beni bir boşluğa yuvarlamakla tehdit ediyor.(...) Benim hiçbirşey yapmamı istemiyor. Sözde koruyor beni. Gece uykumun içinde, bir el çekti göğsümden; uyandırdı beni. Neden geceyarısı uyandırıyor beni; böyle koruyuculuk mu olur? Neden beni yazmaya çalıştın, diyor sanki(...) Yalnız kalacak gücüm yoktu. Başkalarının yanında beni tehdit etmiyordu.(...) Çok konuşmaktan da korkuyordum. Sanki konuşursam, içimde azalan yaşama gücü büsbütün bırakıp gidecekti beni. Konuşmadan, düşünmeden, hareket etmeden durmakla koruyabilirdim gücümü ancak. Onun da benden istediği buydu.(...) İçeriye yatağa gitmeye korkuyordum. Biraz daha bekle, biraz daha. Ona karşı koyacak kadar kuvvetlenmeliydim. “Ondan neden korkuyorsun” dedim kendi kendime. Bilmiyordum. Benim için istediği huzurun, pek istenecek birşey olmadığını seziyordum.(...) Şimdi bu satırları yazarken de korkuyorum: Acaba bunları yazmak doğru mu?(Oğuz

ne yapmalı?

"Ne yapmalı? Bugüne kadar sürdürdüğüm gibi, çevremdeki kişilerin davranış ve tutmalarını bilinçsiz bir aldırmazlıkla benimseyerek bu renksiz, kokusuz varlıkla yetinmeli mi; yoksa, başkalarından farklı olan, başkalarının istediğinden çok farklı, köklü bir eylem isteyen gerçek bir insan gibi bu miskin varlığı kökten değiştirmeli mi? En basit sorunların çözümünde bile bocalayan bu sözde devrimci gölgeyi, hiç düzeltmeden, biraz olsun çeki düzen vermeden, amaç edindiğimiz ülküleri gerçekleştirmek için hemen kavganın ortasına atıvermeli mi? Kendini yönetmeyi beceremeyen kişileri toplumları yönetmek, onlara yeni yollar göstermek için hemen başa geçirelim mi? Ben kendimi yeterli görmüyorum. Ne için yeterli? Her şey için. Topluluğun eylemine engel olabilecek sorunlarımı çözmeden, onu güdebilecek sorunlarımı çözmeden, onu güdebilecek güçte olmadığımı seziyorum. Başkalarına söyleyebilecek sözümün olabilmesi için önce kendime söz geçirmem gerektiğine inanıyorum. Bana bugün “ne yapmalı?”

31.

Oğuz Atay, 13 Aralık 1977'de öldü. "Nihayet insanlık da öldü. Haber aldığımıza göre, uzun zamandır amansız bir hastalıkla pençeleşen insanlık, dün hayata gözlerini yummuştur. Bazı arkadaşlarımız önce bu habere inanmak istememişler ve uzun süre, 'yahu insanlık öldü mü?' diye mırıldanmaktan kendilerini alamamışlardır. Bu nedenle gazetelerinde, 'insanlık öldü mü?' ya da 'insanlık ölür mü?' biçiminde büyük başlıklar yayımlamakla yetinmişlerdir. Fakat acı haber kısa zamanda yayılmış ve gazetelere telefonlar, telgraflar yağmıştır; herkes insanlığın son durumunu öğrenmek istemiştir. Bazıları bu haberi bir kelime oyunu sanmışlarsa da, yapılan araştırmalar bu acı gerçeğin doğru olduğunu göstermiştir. Evet, insanlık artık aramızda yok. (...) Zavallı insanlık kendini belli etmeden sokaklarda dolaşır ve insanlık için birşeyler yapmağa çalışanları sevgiyle izlerdi. Bugün için insanlık ölmüşse de, onun ilkeleri akıllara durgunluk verecek derecede aramızda yaamaya d

kış geliyor

Mor ve Ötesi'nden bir şarkı seçmem gerekse tabii ki bunu seçmezdim (belki daha sonra asıl şarkıya değinirim) ama bugün pencerenin önünde kalorifere yapışmış ve çorbaya dönmüş aklımı karıştırırken takılan bir parçacık nedeniyle dilime dolandı; gündeme uygun: kış geliyor bağıra çağıra sevmem ki kim geliyor yanıma yanıma bilmez ki kış ortasında kaç kere yakar güneş? kış geliyor bağıra çağıra sevmem ki kim geliyor yanıma yanıma durmaz ki durmaz ki yeni rüyam da güneşimle soldu yeni adamla yeni kadın doğmadan zordu ayna ayna sihirli ayna neler söyledin bana (mor ve ötesi/büyük düşler) [o albümden bir de kördüğüm iyidir bu arada]

"sora sora az gidip uz gidip kaf dağına"

bayram şarkımız: geceye açar akşam sefaları ölüme benzer güne vedaları deli dolu bir macera, bir şölen, bir düğün kadere kısmet narin hayatları ışığa uçar bütün pervaneler ateşe giderken ne şahaneler dönerek acıyla aşkla şu alemi yana yana raks eder divaneler bir varmış bir yokmuş dünya masalmış her yolcudan bu handa hoş seda kalmış gökten üç elma düşmüş yuvarlanmış herkes payına düşen elmayı almış sora sora az gidip uz gidip kaf dağına izini arar saadetin dünyalılar günaha yakın dururken bir yanları ne kadar hazin hüzünlü sevdalılar ışığa uçar bütün pervaneler ateşe giderken ne şahaneler dönerek acıyla aşkla şu alemi yana yana rakseder divaneler (sertab erener/masal/lâl)
bayram temizliği yapmadım, sadece pencereleri açtım evi havalandırdım biraz. kapıyı çalacak çocuklara verecek birşeyim de yok.

notdefteri

Not defteri dolmuş, atmadan önce şöyle bir karıştırdım sayfalarını. Başkalarının el yazıları tatile götürülecek şeyleri sıralamış, aranmayacak ya da kimin olduğu belli olmayan numaralar kaydedilmiş, hiç gidilmeyecek adresler not alınmış, unutulacak isimler almış başını gitmiş... Ödeme listeleri her ay düzenli olarak tutulmuş; bir kaç kere çamaşırları yıkama tarihlerini not almışım-ne akla hizmetse! Alınacak hediyeler ve alınacak yerler not edilmiş. Bir de hiç bitmeyen telaş: Ne kadar para kaldı ve kaç gün yetecek! Kendine dair notların hiç bitmeyen ikilisi: Parasızlık-kaygı. "ama sen konuştun parandan, bahsettin kredi borcundan, geliyor soğuk hava balkanlardan, gelmeyen kalmadı zaten, onca yoksulluk varken, güldük kafayı takanlara aşkları yok olan, açları çoğalan ademler diyarında" (iyidir iyi)

söyleme!

"söylememek, söylemekten daha dürüst bir davranıştır, bunu unutma." (badlik amiri/kargo) *Başıma ne iş geldiyse, bu altın kuralı uygulamamaktan geldi çoğu zaman.

"içimden şehirler geçiyor..."

Yaşadığım, bulunduğum, gezdiğim şehirler; aşk-maç-tatil-iş ya da zorunluluktan dolayı; birkaç saat-birkaç yıl ya da birkaç kez... Ordu-Mersin-Eskişehir-Adana-Ankara-İstanbul-Artvin-Trabzon-İzmir-Kocaeli-Konya-Erzurum-Van-Aksaray-Nevşehir-Mardin-Kırşehir-Denizli-Niğde-Kırıkkale-Bolu-Bursa-Antalya-Isparta-Çanakkale-Afyon.

mevsim

Kent, ruhuna uygun mevsime erişti. Artık anlatmak istediğini daha rahat anlatıyor. Arada bir kısa güneşle birden ısıttığı bünyeleri, griyle soğutuyor hızlıca. Kendiyle derdi olanları, dünya dertleriyle daha kolay buluşturuyor böylece. Battaniye altı düşler, uzun kollu hasretlere bırakıyor yerini. Yağacak ilk karla taçlanacak bu süreç. Sonra atılacak adımlar daha dikkatli olmak zorunda, hüzün yerini derde; geçmiş-gelecek yolculukları bugünün gerçeğine bırakacak. Kent yürüyüşleri zorlu, sokaklar itici ve kalorifer daha bir işe yaramaz olacak. Bu kenti sevmek için kişisel nedenler lazım. Bu nedenlerden biri de sonbahar belki de. Tıpkı kısa süren "ilk"i gibi sonuncusu da kısa, keyif alamayacak kadar geçici. Geçiciliklerin verdiği bir parmak bal...

Kendi kendinin...

Farkında vardığında korktuğun tarafların, seni sen yapan yanların: mutluluk bünyeye çok da yerleşik bir hal olamıyor çoğunlukla; bir yabancı gibi selam verip geçiyor. "Mutlu olmak, korku duymaksızın kendi kendinin farkına varabilmektir"-W.Benjamin

"ve bir can sıkıntısı, herşeyi ama herşeyi silen"

"Bizler küçük, yalnız bir tren yolunun yavan bir istasyonunda oturuyoruz. Sonraki trenin gelmesine daha dört saat var. Çantamızda bir kitabımız var, yine de okuyacak mıyız? Hayır. Ya da bir sorun dolayısıyla bir takım sorular düşünecek miyiz? Bunu yapamayacağız. Oradaki tarifeleri ya da bu istasyonlara uzaklıkları veren tarifeyi okuruz. saate bakarız, yalnızca onbeş dakika geçmiştir. Sonra ana caddeye çıkarız, bir yukarı bir aşağı yürürüz, sanki yapacak bir şeyimiz varmış gibi. Ama bunun hiçbir faydası yok. (...) Bu bırakılmışlık veya terk edilmişlik, çevremizdekilerin bize kayıtsız kaldığı, aynı zamanda bizim hiçbir eyleme geçme olanağımızın bulunmadığı ve bizim onlardan kendimizi kurtaramadığımız can sıkıntısının temel deneyimidir. Canı sıkılan insan, kendisini hayvan esaretine 'en yakın yakınlığın' içinde bulur. İkisi de en düzgün halleriyle yakınlığa açıktır, ikisi de inatla kendini reddeden birşeye bütünüyle teslim olurlar." (Heidegger-Agamben)

döngüsel zamanın içinde...

Sanırım Proust gibi bir şeylerin peşinde olsaydım, kendi kuyruğumun peşinde olurdum; acaba oturup bu zaman-mekan mefhumunu yazsam onun gibi ciltlerce...diye düşünmedim değil kiminin "mutlu saatler"ini terennüm ettiği salonda kuru fasulye-pilav yerken. Dönüp dolaşıp bir şekilde aynı mekanlara girip çıktığımız, aynı durumları yakaladığımız yıldönümlerinde, belki başka biçim ve içeriklerde ama olsun "içim var içim değilmez" derken... Her ne kadar o iç, zaman ve mekan dönüp dolaşırken, aynı hataları yapıp aynı sonuçlarla karşılaşma klişesini aşamamış ve bunu bir aptallık beratı olarak iç cebine iliklemişse de... Sonra o binadan çıkarken, tam bir yıl önce, dünyanın 365 kere ekseni etrafında dönmesindem önce, o sokaktan yürüyüşümü hatırladım ki, bir film sahnesi gibi kendimi başka açılardan çekip sakladım zihnimde. Evet o gün de yağmurluydu. Böyle sinematografik kareler işte! Ama o günün buzdan yüz ifadesine karşı garip bi gülümseme vardı tabii yüzümde, dön dolaş ay

tehlikeli oyunlar

"(...)Allah kahretsin, insan anlatmak istiyor albayım; böyle budalaca bir özleme kapılıyor. bir yandan da hiç konuşmak istemiyor. Tıpkı oyunlardaki gibi çelişik duyguların altında eziliyor. Fakat benim de sevmeğe hakkım yok mu albayım? Yok. Peki albayım. Ben de susarım o zaman. Gecekonduma oturur, anlaşılmayı beklerim. Fakat albayım, beni nasıl bulup anlayacaklar? Sorarım size: Nasıl? Kim bilecek benim insanlardan kaçtığımı? Ben ölmek istiyorum albayım, ölmek. Bir yandan da ölümümün nasıl karşılanacağını seyretmek istiyorum. Tehlikeli oyunlar oynamak istiyor insan; bir yandan da kılına zarar gelsin istemiyor. Küçük oyunlar istemiyorum albayım. 'Canım bugün üzgün görünüyorsun' demek istemiyorum. 'İstemiyorsan buluşmayalım' dedi geçen gün. Buyrun bakalım. Ben de çekilmez huysuzluklar etmiştim; bu sonuca katlanmalıydım. Ben ne yaptım? Neyse geçelim albayım. Fakat beni anlıyor. Bütün geçmişimi anlattım ona, hep haklı çıktım. İşte böyle anlarda çileden çıkıyorum albayım

misunderstood

waiting in the calm of desolation wanting to break from this circle of confusion sleeping in the depths of isolation trying to wake from this daydream of illusion how can i feel abandoned even when the world surrounds me how can i bite the hand that feeds the strangers all around me how can i know so many never really knowing anyone if i seem superhuman i have been misunderstood it challenges the essence of my soul and leaves me in a state of disconnection as i navigate the maze of self control playing a lion being led to a cage i turn from a thief to a beggar from a god to god save me playing a lion being led to a cage i turn from surreal to seclusion from love to disdain from belief to delusion from a thief to a beggar from a god to god save me how can i feel abandoned even when the world surrounds me how can i bite the hand that feeds the strangers all around me how can i know so many never really knowing anyone if i seem superhuman i have bee

Siren

Yine sirenler çaldı kafamın içinde, dışarı taştı kulaklarımı tırmaladı sesi, bugünü ve geçmişi, ölümü ve doğumu, gideni ve kalanı hatırlattı; kafamın uğultusu kendi seslerimi duyulmaz yaptı. O sağırlık esnasında, görüntüler de sabit kaldı. Duyum azalınca hissiyat arttı. Ağlattı ve ağladı; böylece dünyanın su dengesi yerinde kaldı.

izin vermedi yalnızlık

Yeni yaşın şarkısı bu olsun, feci şekilde alıştığım ve içinden çıkamadığım tuzak-kendim kurdum-kendim düştüm-artık kuralları o koyuyor. Kaptansız gemi 'ye daha önce yer verdiğim için bu sayfada, bunu seçtim: izin vermedi yalnızlık. bir canım var zaten, bilmem kaç sıkımlık. vapurlar kalktı iskelelerden ben seni düşündüm zaten bunaltıyordu nem. umutsuzluk yasak- ikinci bir emre kadar. üç gündür sular yok, sakalım keyfe keder. sıvılar atıldı bedenlerden, ben seni düşündüm, zaten tutmuyor fren, delirdik bazen, sırf bu yüzden dönemem. başladık beraber geriye sayımlara uyarılmıştık zaten, boş laflara karşı karşıya durunca gördük ki sonunda konuşmamak gerek aynı anda. anlatmaya çalıştım, yarın çok uzak. zor geçtim yollardan, etraf dolu tuzak. ne hayaller kırıldı gözlerden ırak, ben seni düşündüm, zaten çok vakit alır dünyaya dönmem, sırf bu yüzden dönemem. ahmet'i hiç görmedim, evlenmiş duydum. hayır, öbür kızla hani öğretmen olan –oldu ekildi sinirler, biçildi tütünler; hoş gelindi,

kabuk

Sansürlendik geldik. Suçlu gibi hissettim kendimi, aslında suçluyum tabii... Anlattığım için. Aslında susup bi köşemde otursaydım kimseye zarar vermeyecektim. Kabuğumdan çıkma denemelerim elime yüzüme buluşarak son buluyor. Sinirler-gerginlikler-öfkeler-hayal kırıklıkları-korkular üretiyor dışarıda gezip tozmalarım, bana ve herkese... "Beceriksiz ve korkak bir hayvan" olduğumu daha ilk postta söylememiş miydim? hmm... Kabuğa geri dönüp, insanları rahat bırakmam gerek sanırım.

gelenek

Kılıç kalkan ekibiyle karşılamak yaklaşan hayatı ve ona dikenli elbiselerimle sarılmak, en sevdiğim geleneğimdir. Ardından, hazmedilemeyen bir geçmişin verdiği ağız kokusuyla öpersin yanaklarından konuğun. Salya sümük izler bırakırsın bağrında; bir avuç kusmuk onu doyurmaya yeter de artar bile; ne de olsa içimiz dışımız birdir; biz bizeyizdir. korku ve kaygı, pirimizidir; belirsizlik, daimi duamız.

ararım tadını eve dönmenin yolu bilmenin

ben hala ölürüm plastik çiçekli gizli bahçemde sessizlikten kaçar sığınırım yorgunluğun koynuna, apansız uyanır düşlerin tek güzel yerinde ararım tadını eve dönmenin yolu bilmenin kimin kimin bu sessiz eller mor halkalı yaralı gözler kıyılarıma vuran sen misin? kimin kimin bu kör gözler bu varışsız yalan sözler adını unutan sen misin? ben hala ararım bilinmeyenin ulaşılmaz balını kaçarım kalabalıktan yalnızlıktan dostumuz ölümden... apansız uyanır düşlerin tek güzel yerinde ararım tadını eve dönmenin yolu bilmenin (Teoman/sessiz eller/papatya)

anlamak

"Non ridere, non lugere neque detestari, sed intelligere" (spinoza) "Gülmemeli, kaçmamalı, horlamamalı ama anlamalı".

film

Aynı konuyu, başka oyuncularla oynatıp başarıya ulaşmaya çalışan bir yönetmen edasıyla kurguları ne derecede farklılaştırabileceğimi sorguluyorum. İyi yaptığı işi sürekli yapmakla, yeni denemeler yapmak arasında gidiyorum-ki ikisi de sonuçta korkunç oluyor. Aynı filmleri çekmekten sıkılmam gerekir oysa ki...

isim

Bazı isimler peşinizi bırakmaz, dönüp dolaşıp karşınıza çıkar. Halbuki siz o ismi, bir veya birden çok sıfatla karşılamaya başlamışsınızdır; yani o isim sizin kafanızda tanımlı ve betimlidir; basit bir cins ad değildir. Yolda karşınıza çıkıveren bir tabela, evde televizyon keyfinize turp sıkan bir reklam; interneti kapatıp bilgisayarı dışarı fırlattıran, banka hesaplarınıza bile sızan, velhasıl ensenizden ayrılmayan bir gölge...

the mirror

Nedensiz bir öfkeyle uyanıp, kendimi dışarı attığım, yolda kaşlarımı çatıp ne bakıyorsun ulan diye birilerine dalma sınırında dolaştığım, biri bir şey dese de patlasam diye arandığım ama sonra kös kös, öfkemi yutarak eve geri döndüğüm anlar... Öfkemi kusamadığım insanlar yerine aynada kendime kusmak, duvarlara kusmak, içime kusmak ve sonuçta bir bataklığın içinde takılı kalmak... Böyle anların şarkısı; The Mirror (Dream Theater / Awake): temptation- why won't you leave me alone? lurking every corner, everywhere i go self control- don't turn your back on me now when i need you the most constant pressure tests my will my will or my won't my self control escapes from me still... hypocrite- how could you be so cruel and expect my faith in return? resistance- is not as hard as it seems when you close the door i spent so long trusting in you i trust you forgot just when i thought i believed in you... it's time for me to deal becoming all too real l

geçmek süresi

Bu sabah  küfrederek uyandım; nedenini bilmiyorum. Geçip gitmeyen şeylerle ilgili olabilir, beklemenin beyhudeliği ya da... Sonra şu şarkıyı dinledim ve tüm gün mırıldanıp durdum: "hayatından çekip gitmek benim için zor oldu. her şey iyi olacak sanma, yanılmak gündelik oldu. seni ezip gitmek,senin için zor olurdu. her şey iyi olacak sanma fedakarlık dost oldu. düşünden bir ur gibi geçtim dilinden bir yara aklından bir sır gibi geçtim bugünden yarına... iyi olur diye beklemek benim için zor olurdu. her şey kötü olacak sanma yaşanan en kötü buydu. düşünden bir ur gibi geçtim dilinden bir yara aklından bir sır gibi geçtim bugünden yarına... yalnızım çünkü razıyım!" (Kargo/Geçmek Süresi/Yalnızlık Mevsimi)
"beklemek"ten bahsetmiştim ya; boşuna değilmiş takılı kalmam bu kavrama-Aslı Erdoğan da bahsetmiş; soğuk bi Ankara öğleden sonrasında titreyen elleriyle benim için imzaladığı kitabı-Hayatın Sessizliğinde'yi yeniden karıştırırken (eski acıları tazelerken ya da) aynen buna benzer bir şeyi yakaladım: "Beklemek...Kıyameti, Mesih'i, sınır boylarından dönen habercileri, karların erimesini, havanın aydınlanmasını... İlk kıpırtılarını bir bebeğin, bir çağrıyı, bir mahkeme kararını... Saatlerin sonunu, uykuyu, yeniden doğmayı. Bir sözcüğün, boşluğa onu boydan boya kat etmesini, binlerce ışıltıya dönüştürmesini... (...) 'Neyi bekliyoruz, böylesine toplanmış?' Hiçbir ve herşeyi. Daha sıcak, daha serin mevsimleri, çağları, hayatımızın en güzel yıllarını, barbarları, gelenleri gidenleri... Bir mucizeyi. (...) 'Ne zaman dönecek! Sorma!' Her bir an, içinden geçmem gereken bir iğne deliği sanki, koskoca geçmişim, darmadağınık bütün ben'lerimle, bir kere

gilmour

David Gilmour'un son albümü-On An Island'ı uzunca bir süre keyifle dinledim; yaşlılık dönemine yakışan müthiş bir olgunluk, sakin ve dingin-demlenmiş-tam tadında akustik bir albüm-sakin bir döneme müthiş bir partner... Ama lanetli bir günün anısına sanki cezalandırmıştım üstadı; koca bir yalanı öğrendiğim an o albümü dinliyor olmaktı suçu; o ana geri dönememek için hiç dinlemedim bir süre ama bu akşam dream tv'de canlı performansı izleyince,tekrar ziyaretin zamanı gelmiş dedim; işte canlı bir kayıt: On an Island

beklemek

Günler bir şeyleri beklemekle akıp gidiyor. Arayı dolduran ve çerçeveyi tamamlayan şeye de sıkıntı deniyor. Sıkıntı, yalnızlığı besleyip sıkılaştırıyor-onu çözeceği yerde. Ya sınavı bekliyorsun, ya tatili, otobüsü veya ya sevgilinin gelmesini, ya terfiyi, ya maçın başlamasını veya bitmesini; aslında en basitçe ölümü. Bekleyip elde ettiğin sonucunda, bir ölüm ve sonra yeni bir başlangıç. El öpmeler, ziyaretler, gülücükler, iyi dilekler, hoşgelip hoşgitmeler; bekleyip geçersin sen olmadığın bir sürecin içinden. Gelmeyeceğini bilerek, beklersin kendini; seni sen yapan şeyi, seni senden alıp götüreni. O uzun bekleyişin araduraklarındaki küçük bekleyişler, hayatı biraz çekilir kılmak için umut verse de, baki kalan o derin sıkıntı, çerçeveyi sıkılayan...

yalnızlık kurşun geçirmez

"O kitaplardaki yalnızlığı çok gösterişli bulurdum. Aynı zamanda da korkutucu. (...) Ama artık biliyorum yalnızlığın o kadar da korkutucu bir yanı olmadığını. Tabii ruh sağlığı yerinde ve içlerinde bir tek kişi taşıyanlar için söylemiyorum. Sözüm benim gibi içinde binlerce ruh taşıyanlara, Uzakdoğu efsanelerindeki canavarlar gibi yedi kafalı tek bedenli insanlara. Ben hep kalabalık oldum. Şehrin uzağındaki bir semte giden, günün tek otobüsü kadar kalabalık. (...) Dolayısıyla iyi geldi bana yalnızlık. Kendime yeterince zarar veriyordum. Ve bir de dünyanın vereceği zararları ortadan kaldırmanın imkanı olmadığına göre, yoklarmış gibi davranarak yalnızlığı seçmek en doğrusuydu. Yalnızlık kurşun geçirmez. Dostluk, aşk, aile geçirmez. Hiçbir şey geçirmez. Dışarıdan sokmadığı gibi içeriden de çıkartmaz. Cerahat yapar. Antibiyotiğini de kendine besler. Yeter ki nerede olduğu bulunsun..." (Hakan Günday/Kinyas ve Kayra/syf152)

büyüdüğünü hissetmek

İnsanın büyüdüğünü hissetti anlar nelerdir? Mekan aynı kalırken senin gittikçe irileşmen belki, en basit-fiziksel anlamıyla. Bu ayakkabı bana olmuyor-bu pantolon bana kısa geliyor, duygusu. Çok yerimde duran biri değilim, yer-yurt farklı yörelerde; ama daha önceleri gelinen yerlere tekrar geldiğinde, o sokaklarda tekrar yürürken farklı şeyler hissettiğinde anlıyor insan kafatasının içinde değişenleri... Altıkat'tan Veysel Karani Camii'ne kadar yürüdüm sabahın beş buçuğunda; ağaç kokuları, memleketin en güzel zamanı-yürürken terlememek; baharın bir-iki gün sürdüğü Ankara'dan, en güzel mevsimin bahar olduğu-ilkiyle/sonuyla- Çukurova'da gezinmek... Bu sokaklardan geçenler beni kendine aşık etmişti, bu sokaklardan geçenler canımı bezdirmişti, bu sokaklardan geçerken buraya bir daha dönmek istemiyorum demiştim ve bu sokaklarda kan-ter içinde kendi kendime gelmiştim.

faaliyet raporu

"Liberal değil liberter"-Radikal İki "Demirsporlar geleneğinin lokomotifi"-Gazi İletişim Dergisi (syf. 485-494)

kökler...

Lisede ve üniversitenin ilk yıllarında Dream Theater ve onun yan projelerinden başka bir şey dinlemezdim; daha sonra yaşanılan "paradigma değişimi"ne bağlı olarak belki de bir iniş süreci başladı ve bağlantı bir süre sonra koptu-hem onlara yüklenen anlam, hem kendine dair düşüncelerim hem de müzikten beklediklerim değişmişti/ki önceki iki albümleri (ToT ve Octavarium) çekilir gibi değildi! Geçenlerde, taa '98'de aldığım ve grileşmeye başlayan -2 yıldır giymediğim- Awake tişörtümü giymiştim, ardından eski sevdiğim şarkılarını ve özellikle Liquid Tension Experiment şarkılarını indirdim ve dinlemeye başladım. Kökler yerinde duruyormuş, zarar görmemiş-yolda yürürken ellerime kollarıma sahip olamıyorum bunları dinlerken... LTE, yeniden bir araya gelip şarkılarını icra etmeye başlamış; hele bir Universal Mind vardır ki bence müzikal olarak ulaşılmış birkaç zirveden biri.

Yalan söyleyerek hayatta kalabilirdin

Yalan söyleyerek hayatta kalabilirdin, başka bir dünya yaratmanın verdiği o haz... Kurgular ve kurmacalar arasında bir oyuncu gibi sekebilirdin karakterden karaktere, senaryoya yerleştirdiğin ve oynattıklarınla tanrısal bir gücü benliğinde toplardın böylece. Yeni bir hayat, yeni insanlar ve yeni boyutlar katabilirdin kendine; gülüp eğlenirdin-gülüp geçerdin hayata-üzülüp geçerdin geride kalanlara-süzüp giderdin hayatını elindekilerle-büzülüp kalmazdın böyle kendi gerçekliğinle. Apaçık bir bayatlığın ortasındasın, açık sözlerinle...

sol elim

o mermer kesmeye yarayan, korku filmlerinden çıkma aletle alçıyı alırken elimi de almaya yeltenen becerikli usta, iz bırakmakla yetindi-kan çıkmazsa sorun yok merak etme- diye beni teselli etti; şimdi sol elim sanki bir yabancı gibi,henüz yeni başlayan bir ilişki-çekinerek dokunuyorum. Eski acıların yeni ağrısı...

öfke

Beni içten içe kemiren, yolda yürürken kaşlarımı çattıran, insanlardan kaçıran, dişlerimi sıkmaktan actan, bu dört duvara sokmak için itip duran öfkenin nedeni nedir? Okumaya devam ediyorum, bilmem ne kadar yarıyor işe... Performans kriteri belirsiz bir çalışma süreci; bünyeyi saran öfke nöbetlerinden ne kadarı sızabiliyor beyne?

eski-kelimeler

yıllardır orda duran, biriken, eskiyen, yosun tutan ya da şarap gibi değerlenen kelimeler... vardır. onlar bahtiyardır, kalenderdir, kendini bilendir, dertten anlayandır. içeridedir. karanlık dehlizde, gözleri kör bir biçimde büyürler, dal budak verirler, zihinden yayılırlar bedenin farklı yerlerine; elleri ayakları dolaştırırlar örneğin, ya da dili dolaştırırlar, gözleri kaçırtırlar. en önemlisi acı verirler, acıyla büyürler ve büyütürler, acıyla beslenir ve onu ürün olarak verirler. kelimeler biriktikçe, acıyla yaşamayı öğrenirsiniz; acının ilham vericiliğini keşfedersiniz. onları her seferinde kafanızda yeniden kurup, yeniden can suyu dökersiniz köklerine, zamanla onlar sizin kökünüze kibritsuyu dökerken... onları yerinden çıkartabilmek ne güçtür! ama çıkarlar. sizi baştan çıkartırlar bir gün. gün gelir parça parça kusulur öfke. zamanı mıdır, yeri midir, bilinmez. ama çıkarlar. artık onlarsız olmayı da öğrenmelisinizdir. onlar artık yalnızca sizin içinizde değil, karşıdakinin

33 ay

33 aydır maaş alıyorum. O her sabah işe giden ve her akşam işe dönen insanlar gibi. O kalabalık otobüsler ve trafik sıkıntısı içinde ölüme yaklaşan insanlar gibi, o plaza sabahlarındaki uykulu günaydınlar, masa başları ve poğaçalı-çaylı kahvaltılar gibi; o sabahın köründe saçlarını yapanlar ve makyajlılar ya da kravat seçenler ya da arabasını çalıştıranlar veyahut sakal traşı olanlar gibi. Olmak istediğinden uzak, çekip gitmek isteyen-gidemeyeceğini/gitse de mutlu olmayacağını it gibi bilen, iş değiştirmek isteyen birçokları ve eve küfür ederek dönenler gibi. Saçmalığın iki kavramı'nda itiraf etmiş olabilirim ama buraya da kayıt düşelim, sanırım ben istediğim hayatı yaşıyorum. Huysuz ve inatçı ve uyumsuz biri için bu hayat, bulunmaz nimet. Bu yalnızlık ve bu sıkıntı tam bana göre. Her işin kendine göre zorluğu ve sıkıntısı vardır elbet; ki ben artık okumak eyleminden bunalmış durumdayım ve borç içindeyim-koca bir yeterlik tokadı yememe rağmen-belki de o tokatla kendime gelemedim

1 yıl

1 yıl önce bugün bir kedim olmuştu; ben ki hayvanlara dokunamayan kişi, kediyle yatar duruma geldi; bünye çok çabuk alışıyor radikal değişikliklere; tam kedisi olan insan triplerine girip o mistik-kostik kedi hikayalerinden üretmeye başlamıştım ki gitti kedicik; siyah ve cevvaldi. allah uzun ömür versin kendisine...

5 hafta

Skafoid alçısı 5.haftasına girdi; herhangi bir gelişme yok; doktor "biz de sevmeyiz bu kemiği" dedi; nereden buldum da kırdım anlamıyorum-bana da böylesi yakışır... "İki hafta içinde düzelmezse ameliyat" dedi; "aman" dedim; "yoksa 3 ay alçıda kalır" dedi; "yok artık" dedim; "benim bedenim-ben karar veririm" dedim ve bıyık altından güldüm kavramsal çerçevemin kafamın içinden geçişine!

9 ay

"orda burda, ev içlerinde, kır kahvelerinde, deniz kenarlarında incelen yazın akşam esintilerinde zaman usulca sıyrılır aramızdan ta içimizde duyarız gelecek günlerin geçmişini başka ne gelir elimizden büyük bir uzaklığa gülümseyerek geçiştiririz ıskaladığımız şeyleri" (murathan mungan) 9 aylık cezam bitti; sanırım ilahi adalet dengeye gelmiştir; 9 aylık seyr-ü sefanın ardından bir o kadarlık işkence... "Yaz bitti", ıskaladığımız şeyleri geçiştirdik, uzaklığa gülümsedik ve ta içimizde duyduk bi şeylerin ağırlığını. Hala evde otururken tetiklenen ağırları... İçimize sinen psikopatolojik durumları... Umarım dengelenmiştir bir şeyler...

1 eylül

1 eylül'de sonbahar gelir Ankara'ya, gece gelir kimse görmesin diye; gündüzden açık unutulan pencerelerden sızar ve bünyelere karışır; ertesi sabah resmi kurum ve kuruluşlar ile dış temsilciliklerde bu geliş kutlanır; pencerelerden bayrak yerine geçen sonbahardan kalan solmuş yapraklar salınır ve pencere pervazlarına sinmiş yaz anılarının tozları alınır.

pazar

Annem ütü yapmış, burnuma geldi kokusu eski ütünün; banyodan henüz çıkmışım saçlarım henüz ıslak, tenim kaşınıyor sabun tozlarıyla, bizimkiler başlasın diye bekliyorum, ardından da Spor Stüdyosu, yarınki ödevi iyi ki ctesi akşamdan yapmışım. Böyle düzenli çalışırsam büyük adam olurum, üniversite falan diyorlar, bizim komşunun oğlu kazanmış Ankara'yı... Yan apartmanı da yendik, 2 gol attım maçta çok keyifliyim, komşu kızı da gördü gollerimi! Sabah okulda koşturacağım yine top peşinde... Yıllar sonra belki bi gün ben de Ankara'daki evimde yemek yapacağım, bulaşık yıkayacağım, temizlik yapacağım-klasik pazar triplerine gireceğim-tv'de maç seyredip akşam bir iki makaleye göz atacağım, elektronik günlüğüme yazıp bizim takımın 3 puanına sevineceğim; yalnızlığımdan tat alacağım, babam dışarı çıkmama izin vermedi diye değil ben dışarıdan bilerek içeri girdim diye sevineceğim; kim bilir...

"my dearest friend"

i'm gonna die of loneliness, i know i'm gonna die of loneliness, for sure i'm gonna die of loneliness, i know i'm gonna die of loneliness, for sure my dearest friend you'll soon begin to love again to love again... dinle devendra banhart /smokey rolls down thunder canyon
Nerelisin? yazısı Aratos dergisinin bu sayısında çıkacak, bilgisi geldi dün; sevindim. Nere mevzuuna, bir yıldır bu evde olduğumu da eklemek gerek; mezuniyet sonrası göçebe vaziyetinde dolaşılan mekanlardan sonra yerleşik bir düzen, yeni bir mekan, ait olunmaya çalışılan; yeni bir sene dönümü ve yeni bir deneyim: yalnız.

nerelisin?

Beni en çok sıkıştıran-cevap verirken yoran-kafamı karıştıran sorulardan biridir bu: Nerelisin? Oysa ki sürekli karşımıza çıkan, takside otobüste her yer bizi yakalayan, muhabbetleri başlatan bir sorudur; ağızdan öylesine çıkıverir. Bense bana sorulmasından imtina ettiğim için karşımdakine hiç sormam; bu soru sırası bana geldiğinde atlayıp başka bir klişe soruyu sorarım mümkün olduğunca… Ama işte kaçış yoktur bir noktadan sonra ve açıklamayı yapmam gerekir. O an gelince, birden gizemli bir şekilde, “zamanın var mı bunu dinlemeye” diye, bir film kahramanına dönüşebilirim! Sonra, “aslında şöyle ama bir yandan da böyle” diyerek karşıdakinin kafasını karıştırırım. Hayır, yanlış anlaşılmasın, memleketimden-ailemden-köklerimden çekindiğim, korktuğum, onları sevmediğimden değil çekincem. Verecek net bir cevabımın olmamasından… Ben nereliyim? Doğduğum yer, büyüdüğüm yer(ler), doyduğum yer, nüfus kağıdımda yazan yer hepsi birbirinden farklı. Daha 25 yıllık süreçte, bir ton şehir dolaşıp hepsi

Şimdi biz buyuz...

çok yaşamış da yorulmuş gibi, yaşamadan yaşadık her yerde tek oyun vardı şehirde, oynardık kendi kentimize. derin tutkulara düşmemek: buydu hayattan anladığımız. ama ne varsa düşenler de var, varmış meğer. yasal uyarlar, sağlığa zararlı sigaralar arasında, bunca yıl oturup da her yerini bilmediğim sokaklarda aradım seni. artmadım da azaldım sanki, bir bomba daha sallamışlar uzaktaki dostlara artmadık da eksildik bu ara. kafelerde, liselerde, sokaklarda avunduk aşklarla, şarkılarla yeminliydik onlar gibi olmamaya, dostlarla zamanla solmamaya kimimiz küfür etti, kimimiz bakıp geçti, kimimiz mola aldı bu oyunda. kaptan gitti, hava bozdu, herkes sandallara! hem o, hem şu olamazsın, biraz huzur bulamazsın ama seversin konuşmayı, çünkü konuşmak bedava meydanlar boş olunca, isteseydin yapardın ama yapmadın. şu farklı ama aynı yollarda, göz göze gelip susanlar. oysa ne kadar benziyorduk birbirimize: aldandığımız şeylerle. aslında birer fincan sohbet şehrin soğuğunda hepsi b

aslı erdoğan/mucizevi mandarin

"oysa insanın bir başkasını küllerinden bile olsa yeniden yaratmak istemesi, sonsuz bir yetki üstlenmeyi, bir tanrı olmayı arzulamasıdır. Bu da onun acı çekmesini ya da ölmesini istemekten daha masum değildir." syf 60. "sana daha önce hiç söylenmemiş sözleri söylemek, hiç anlatılmamış öyküleri anlatmak, keşfedilmemiş bir dünya göstermek isterdim. Ama sadece müzik gerçekten söz edebilir aşktan. Aşktan ve ölümden... Sözcüklerin ulaşamadığı yerlere sadece o dokunabilir." syf. 61 "nesneler, sesleri ölçüsünde duyumlarımda yer alabiliyor, tıpkı insanların geçmişimde yol açtıkları izler kadar yer alabilmeleri gibi." syf 74.

Konuşmak serinletir.

"Sakin içimdir. İçim evimdir. Zarfın içindeki adam bendim, bunu da söyleyeyim. Neye baksam, rüzgara, çamura sebebi benim. Canım yansa aydınlanırım belki o acıyla ya da bir can yaksam bu karşımdakini aydınlatmak için mi? Gözyaşı yangına çare mi? Dışa akan her şey içe de akar. Alkol ateşi azdırır. Konuşmak serinletir. Bir can yanmışsa çaresi tektir. Zamanın kumları rüzgarla gelir, rüzgarla gider. Gelmek ve gitmek iki aşık. Aşk onlardan doğar. İki taşı çarptığında çıkan kıvılcım gibi. Gelip gittiğimiz gibi." (Cenk Taner, Andıran Otu, syf. 14)

perfect song/bitters and absolut

The National, demiştim; şu iki şarkısı ile devam edelim: Perfect Song ten years older than i was what i brought you down to see, what i thought would make you fall in love wearing off on our dreams someday man i'm gonna be no different than the other rivers i tried to look at you but i couldnt break the ice you stood out there for an hour freezing put your hand around my back i guess you thought i needed that i never try to find you i hope you don't remember me i hope your not alone wanted me to take you home you said you'd rather be alone i never thought of that car is warm and we had wine but i couldn't find the perfect song now our furniture for the one with crows feet and i can't even remember the call sometimes i can feel your weight when i close my eyes seven times i was under you i never try to find you i hope you dont remember me i hope your not alone i don't wanna know what your thinking i'm looking out the window just fucking d

faaliyet raporu

Tuzla Tersaneleri ve Memleketin Demirsporları

yazmak üzerine...

(sanırım hiç bi yerde yayınlanmadı; ben bile unutmuşum yazdığımı böyle bir şeyi; buyurun...) yazmak yazmak kazmak içten içe içeri gerisin geri dalmak salmak kendini sallanmak (sallama!) dalmak dalgalanmak durulmak bir çıkış yok takılı kaldım kendi labirentimde beylik cümlelerin içinde eski günlerin bedbinliğinde, bu bir zihin arkeolojisi, kazma kürek olur kalem kağıt (ve yeni dönemde klavye-ekran), çıksın diye bir şeyler eşelediğin toprak: bilinç. bilincin içinde akmaktır yazı, bilinç akışı, gayya kuyusuna giriş ya da ordan çıkış, karşılaşacakların hoşuna gitmese de bu sensin, kelimelerin rehberliğinde ilerlemenin sonucu, kılavuzu kelime olanın burnu kendinden çıkmaz, çıkardığın parçalar anlam bulmaz, sen yüklersin anlamı, hangi dönemlere ait olduğunu, soyutluğun uçsuz bucaklığı, özgürlük bu olsa gerek, dil denen şeyde kendini buluyor, aktarımın gücü, paylaşım derdi, bölüşüm derdi, çizgilerin devamı, kendinden çıkmak ve kaybolmak bu işteşlikte en sonda bulacağının kendi olduğuna da

the national

Resim
Bu aralar The National dinliyorum; değişen müzik zevkimin geldiği son nokta; sakin ve melodikler, son albümlerinın adı Boxer; ilk albümlerine göre daha akustik şarkılar var; oradan iki şarkının linkini koyuyorum, güzel iki örnek: Slow Show standing at the punch table swallowing punch can’t pay attention to the sound of anyone a little more stupid, a little more scared every minute more unprepared i made a mistake in my life today everything i love gets lost in drawers i want to start over, i want to be winning way out of sync from the beginning i wanna hurry home to you put on a slow, dumb show for you and crack you up so you can put a blue ribbon on my brain god i’m very, very frightening i’ll overdo it looking for somewhere to stand and stay i leaned on the wall and the wall leaned away can i get a minute of not being nervous and not thinking of my dick my leg is sparkles, my leg is pins i better get my shit together, better gather my shit in you could dri

yalnız bir stat: Cebeci İnönü

Resim
(Ankara'dan devam edelim öyleyse... Birgün-Spor sayfalarında yayınlanan kısa bir güzelleme; Ankara'yı sevmek Cebeci'yi de sevmektir biraz. Yazıya parantez arasına alınan müdahalelerde bulundum, güncellik bağlamında...) Ankara’da bir hayalet stat: Cebeci İnönü Stadı. Korkutmaktan vazgeçen hayaletler gibi… Hüznün başkenti Ankara’ya belki de böylesi bir stad uyar; sadece bilmesi gerekenlerin bildiği, "bir sırrı herkesten saklar gibi" kendi içine dönmüş, bir köşede soluyor, Ankara’nın kuru kalabalığı arasında kaybolmuş gidiyor. Yıkıldı yıkılacak gibi duruyor ama eski toprakların kendine özgü dayanıklılığı mı var ne üzerinde? Yıkılamama nedeni için, yapımı sırasında tribünlerinin altında kalan küçücük bir örümceğin şimdi devasa kolları ile büyüdükçe büyüdüğüne; onun ortaya çıkmasından korkulduğu için mazinin yaşatıldığına inanlar da var. Şimdi uzakta kendisi. Ama biz onun yerine de ziyaret ettik onu bu hafta, Ankara Demirspor’un ev sahipliğinde... Aslında benzerl

"ey iyi kalpli üvey ana..."

(bu kez biraz daha eskilere gidiyoruz sevgili dinleyiciler, 2004 yılına uzanıyoruz hep birlikte... Bu karlı günlerde, kara kışın koynunda, Ankara'ya dair hissiyatımızı yoklarken yeniden; eskilerden bir Ankara yazısı geliyor sizlere...ki kendisi aynı zamanda matbu olarak kayıtlara geçen ilk yazılarımızdandır-ilkini daha sonra başka bir kontekste radyolarımızdan yayınlarız-; daha sonra editörlüğüne terfi edeceğimiz Birgün gazetesi Gençlik sayfasında yayınlanmıştı, saygıdeğer kafcamus 'un onayıyla) Cemal Süreya, "ey iyi kalpli üvey ana" diye sesleniyor Ankara’ya bir şiirinde; belki de en iyi bu dize niteliyor ne gönülden sevilebilen ne de vazgeçilebilen Ankara’yı- en çok İstanbul’a dönüşleri sevilen; tene ve ruha hissettirdikleriyle hep soğuk olarak anılan ; daha da kötüsü “ceberrut devlet” in simgeleştiği-ete kemiğe büründüğü bir şehri… O bize sonradan sunulmuş, sevmemiz-karşılıksız boyun eğmemiz istenmiş bir üvey ana; ama sevenleri ne diye bağlanır O’na; yoksa tüm

günlerin (bilinç) akışı

(gün be gün mevsim dönümüne yaklaşırken ya da özlerken onu karakışın ortasında, eskilerden-Kasım 2005'ten- yayınlanmamış bir metin, klasörlerin derinliğinden internetin okyanusuna bir damla daha...) Güneş üzerimize pis bir gölge bırakarak gidiyor kirli bir sarının içinde uzak ufukların ardına, batıyor ya da doğuyor orda yeniden, birbiri ardına, benim için batan onlar için doğum, bize bıraktığı renk skalasının zenginliğinden bir buket ve renklerin en acımasızı (siyah), yorgunluktan bitap düşmez mi batıp batıp doğmak yeniden küllerinden, yorulur insan yıldız olmak gerek bunun için ışık saçmak, belki, hafif bir rüzgar, denizden mi geliyor acep, içten içe yarışıyor pis gölgeyle, benden yansıyan, o kadar ağır ki kıpırdamıyor zırh gibi çökmüş üstümüze ama bizi fokurdatıyor-kaynatıyor sıcağıyla ruhuna işliyor, beni sessizliğe iten ne, mevsimlerin beni ezip geçişi mi, bu ağır örtü üzerime çektiğim, aidiyetsizlik mi... Hiç bir şey yapmak istemiyorum batıp batıp doğamam yeniden, düzlük

"duymuştum şehirdeydim"

Cenk Taner, Roll'un Ocak sayısında, Oğuz Atay üzerine konuşurken kulağımızı çınlatmış ; bir de demiş ki, duymuştum şehirdeydim, disconnectus erectus mevzuu üzerine konuşurken çıkmış. E o zaman malumu ilan etmek, -mişli geçmiş zamanın hikayesini yazmak görevimiz, şöyle ki; neredeyiz biz? sakin miyiz? karanın bittiği bir yerde, bir yerdeyiz. içmişiz biz, sudan da başka benim de bir derdim vardı bu adamla. ne dersiniz? nerdeydiniz? "aşk?", hmm duymuştum şehirdeydim. zenginiz biz, çok çoook paranın bittiği bir yerde bir yerdeyiz. teselliyiz kendimize. acayip rüzgar çıktı girerken tam denize. kargasekmez yokuşunda, kuşlar gördük kış başında. e gelmişti güneylerim, duymuştum şehirdeydim. dolu yağdı yılbaşında. kulağımda "la bamba" "por ki sere" demiş miydim? duymuştum şehirdeydim. haklıymışsın, hayat fani e faniyse tıbben yani. hipokrat dans ederdi, tıp! duymuştum şehirdeydim. kuşlar sekti kalp yolunda, bir şehir yok haritada. ismi varsa cismi yok; duymuştum

faaliyet raporu

YÖK Başkanı Yeni Şeyler Mi Söyledi?: http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=7886 Şekerspor-Adana Demirspor: Futbol Üzerinden Memleketin Seyrine Dair : http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=7912

hayata tribünden bakmak...

Futbol birçokları için saçma bir alandır, kafa yormanın gereksiz olduğu; tribünler de kalabalıkların yığıldığı anlamsız bir bütün… Onlar, 11 kişinin bir topun peşinden koşup onu bir çizgiden geçirmeye çalışmanın, neden bu kadar büyütüldüğünü merak eder; “hadi onlar para peşindeler, ya onların peşinden koşanların derdi nedir” diye hayıflanırlar. Doğrudur, belki haklı oldukları noktalar da vardır; ama hayat ne kadar anlamlı bir bütün ve ona dair sorulara aranan cevaplar net ise, futbol için de bu geçerlidir; çünkü “futbol, fena halde hayata benzer”, bizzat onun içindedir. Dolayısıyla ortada yaşamsal bir sorun vardır. Bu soruna dair, kişisel bir savunu yapmak isterim, izninizle… Bazen evimin az ötesindeki Cebeci Stadı’na bazen de saatlerce yol tepip kilometrelerce uzağa gidiyorum hayatın bu alt-kümesine dahil olmak için. Bazen içinde bulunduğum kitle, sahadaki kalabalıktan daha az oluyor, bazen onları “tükürükleriyle boğacak kadar” kalabalık. Bazen sessizlik hakim oluyor, sahadaki iti k