Kayıtlar

2021 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

muhasebe #21

 Sene sonu muhasebe kayıtlarına devam; gelenek sürüyor. Geçen seneki yazı da, "hayatta kalmaya, ayakta kalmaya devam ediyorum, arada spor yaparak kasları esnetiyorum, bir de atlatılacak sözlü sınavı geçtim mi, artık insanlıktan çıkabilirim! Yok şaka, giriş var, çıkış yok" demişim. Aynı yerdeyim, dağılabilirsiniz!  Bu yıl çokça dağıldım ve toparlandım. Malum sınavı geçtim. Başka sınavlar vermeye devam diyorum; kaderim hep başkalarının elinde mi? Her seferinde bir parçamı dışarıda bıraktım, iyi usta misali parçalar toplarken malzemeyi artırdım. Kenarda köşede biriktirdiğim parçalarımdan yeni bir canavar yaratıyorum. Filmi çekilmiş ve kitabı yazılmış bütün eylemleri tekrarlıyorum. Ne oluyordu filmin sonunda? Hatırlamıyorum bilmiyorum... Göreceğiz. Ben de kendi filmlerimi çekiyorum; youtube 'ta 1900 aboneyi geçtim; bazılarını podcast olarak yüklüyorum spotify 'a; orada da 680 takipçideyim. Kendimi oyalamak, zamanımı değerlendirmek, kayda değer işler yapmak ve gerçekten ha

parçalanmaya devam

 Sen toprak altında parçalanmaya devam ederken biz de dışarıda parçalandık anne. Çok bir değişiklik olmadı; yok olmaya devam ediyoruz birlikte. Ölümüne yaşam devam ediyor; nefes al nefes ver. Sen iyi kötü börtü böcekte, kuşta ağaçta yaşıyorsun parça parça. Bense patates çuvalı gibi yığılıp kaldım olduğum yerde. Bir yere kıpırdayamadan öylece durdum. İçim dopdolu olsa da tek tekmede yıkılırım. İçten içe çürürüm ya da hava alan yerlerim pörsür. En nihayetinde çöpe atılıp gideceğim. İçim geçti. Zamanım doldu. Geç kaldım. Gitmeye ve dönmeye. Şimdi sana bunları söylesem bir rabbiyesir oku, bir oku üfle nazar değmiştir sana derdin. Üç nas, bir felak. İnsanın en çok kendine nazarı değermiş. İyi olmanın ya da olmaya çalışmanın hiçbir yararını göremedim ama kötülüğü kendime oldu. Söylediğim sözler, yazdığım yazılar, kurduğum beklentiler olmadı, beğenilmedi, karşılanmadı. Ya da kötüydüm de kendimi iyi sanıyordum. İyiye, güzele, doğruya dair bütün beklentilerim yerle bir oldu. Tersini deneyelim,

yaşayıp gidiyorum. hiçbir yere - arşivden

Müflis tüccar eski defterleri karıştırırmış; battım çıkamıyorum; yaşayıp gidiyorum. Doğum günü yazılarını etiket altına topladım; Rüya'nın yeni başladığı, hala gitme umudunun olduğu, soruşturmaydı, sarı zarftı savunmaydı daha yormadıkları dönemden; işimi iyi yaparsam, üstüne üşeni yaparsam ödülümü alırım sandığım zamanlar...  https://disconnectus-erectus.blogspot.com/2015/11/yasayp-gidiyorum-hic-bir-yere.html "Dönüp dolaşıp geldik aynı yere, 1 yıllık turumuzu tamamladık, her şey olması gerektiği gibi. Bu klişelerle birlikte yaşamaya devam. "Yaşıyorum, ölüyorum". 5 lt'lik yağ ne kadar yeter, bu ay kredi kartı ne kadar gelecek, yeni bir ayakkabı alsak mı yoksa biraz daha mı idare etsek... Felsefi soruların yerini alan hayat tartışması. Ben Memur Bey, nasılım? Daha çabuk yoruluyorum ve daha derin uyuyorum. Daha derin meseleleri dert edemiyorum. Neyse ki eski yanlarımın bir kısmı hala ayakta. Kurtlarla savaşta hala beceriksiz ve telaşlıyım. "Beceriksiz ve korkak

Modern Hayat Yerle Bir Oldu

 Ankara'da herhangi bir statta maç izledikten sonra sağda solda takılıp, belki ayran-simit ya da ciğer-kebap, devamında Sakarya diye devam eden hafta sonları... Güneşli öğleden sonraları, zaman: bahar. Kış ise içlik altta. Sonra fermente sıvılar; sarı, kırmızı, beyaz. Bir daha, bir daha... Günler boyunca, bir daha. Dostlar, kızgınlıklar, kırgınlıklar, aşklar. Kadınlar ve erkekler. Biz. Beraber, birlikte ve dip dibe, diz dize. Biz ve onlar. On yıl sonra burada yine buluşalım, olur mu? Olmaz.   On beş, yirmi, yeniden... Hadi eyvallah. İnsanların içinden, kalabalıkların içinden kaçıp geldiğim bu sığınakta, ilmik ilmik işlenmiş bir el sanatının karşında oturuyorum. Ilgıt ılgıt gelen geçmiş rüzgarların ısıttığı yüzümün tanıklığında.... Islık ıslık öttürülmüş bir geçmiş; bir melodi, bir ezgi. Eskidi. Elden geçirilmesi gerekli.   Anılarımı elden geçirip birer sanat eserine aktarmak istediğimde, bu konuda eğitimsiz ama hevesliydim. Belki uygun bir yer, uygun zaman, koşullar, para... ayarla

Giden değil kalan

 Ayakları onu yine bu sapa yola sokuyor. Beyni ile kasları arasındaki gergin ilişki... Düzenli ziyaretleriyle kendini yakınları gibi hissetmişti demek ki. Aslında günlük yürüyüş rotasını değiştirip girdiği ağaçlı yolda birden karşısında beliren bir evdi. Kendi geldiği taraftan pek gelen giden izi yoktu. Diz boyu otlar ezilmemişti. Karşı tarafta ise nadiren gelen araçların açtığı izler yine inatçı otlar tarafından örtülüyordu. Çok ziyaretçileri yoktu anlaşılan. Kim gelir bu kadar sarp bir yere? Gelmek zorunda olanlar belki. Onlar da önce korkmuş, sonra şaşırmıştı aslında. Kimdi bu adam; hırlı mı hırsız mı? Yıllar önce yaptıkları, belki bir ara para bulursak büyütürüz dedikleri kulübede onları haftada bir ziyaret eden yabancı. Gide gele kendini sevdirdi. Ekmek, su, bir şey lazım mıydı? "Siz inemezsiniz bu kadar yolu; alayım ben."   Yaşlı bir çift. İki çökmüş beden. Belki çok yaşlı değiller ama beklemekten yaşlanmışlar. Hayatın yükü omuzlarında. Çocuklarını, torunlarını, onları

"Ne kadar iyisin Olric"

 "Bana çiçeklerin ismini kim öğretecek Olric? Yeni şeyleri öğrenmek için çok vaktiniz olacak efendimiz. Ne kadar iyisin Olric. Benim ihanetlerime göz yumuyorsun ve bana doğru yolu göstermiyorsun. Bir gün bu çiçekler o kadar büyüyecek ki bütün reklam demirlerini örtecek. (...) O zaman biz ne olacağız Olric? Biz her zaman yolda olacağız efendimiz. (...) Sürekli akan çeşmenin yanına geldi. Selim, böyle çeşmelerde her tarafını ıslatırdı; suyu da içemezdi istediği kadar. Bazı insanlar vardır; en çamurlu yerlerden bile kolalı beyaz gömleklerini ve açık renk pantolonlarını kirletmeden çıkarlar. Böyle adamlar hayatta ulaşırlar Olric." (Oğuz Atay / Tutunamayanlar / s. 572)

"bir ormanda olmalıydın"

"Yalnız seninle mi konuşabileceğim Olric? Olric susuyordu. Olric dış dünyayla konuşmazdı. Parçalanırdı, erirdi. (...) Buraya nasıl geldim Olric? Yüz yıl uyuyan adam gibi yabancı gözlerle süzüyordu çevresini. Zamanı bulamıyordu. Uykunun rahatlığından şuursuzca fırlatılmış bir yaratıktı. Sus diyordu kendi kendine. Sus, kimse duymasın. Sen Turgut'sun. Turgut Özben. (...) Bir ormanda olmalıydın. Ölünceye kadar yerinden kımıldamayacağını bilen bir ağacın rahatlığını duymalıydın. (...) Bütün bunları ben mi düşünüyorum, diye geçiriyordu içinden, karısına bakarak. Başka şeyler de düşünüyordu. Yoksa rüyasında mı görüyordu? Evet, rüyada görüyordu." (Oğuz Atay/ Tutunamayanlar / syf, 408-409)

yaşadım ve çaldım

 Bizim evde hiç müzik aleti olmadı ama çevremde de oldukça çoktu. Arkadaşlarımın gitarları, bağlamaları, kemanları her zaman saygı duyduğum nesneler olmuştu. Tellerine, penalarına, mızraplarına, saplarına dokunmak bana başka bir zaman geçişin olasılığını hissettirirdi. Bu hisler pratiğe uzun süre dökülmedi. Tabii bunlar bir yandan da zenginlik göstergesiydi. Bizim gibi memur ailesi için bunlar tamamen lükstü. Öyle 5 yaşında ilk bestesini yapan, 9 yaşında ilk ödülünü alan müzisyenlerden değilim anlayacağınız. Pek bir aile desteği falan da görmedim. Yine de içimde bir müzik sevgisi olduğunu söyleyebilirim. Genelde haber dinlemek için kullanılan evin önemli şahsiyeti radyoda, ben engel olmazsam hemen kapatılan klasik müzik eserlerindeki aletlerin ne olduğunu, ansiklopedilere bakarak tahmin etmeye çalışıyordum o zamanlar. Müziği hayal ediyordum diyebiliriz. Başka bir aleme geçmenin aracısıydı o. Şimdi sizlerin karşısında bir başarı hikayesi olarak otursam da aslında benim piyanoyla maceram

Devrildiğin Yer

 Yerde, sırt üstü gökyüzüne bakıyor. İki uzun kavak... Ömrü gibi uzun, geçip gitmiş zamanlar; buralarda kimler böyle dinlendi, ne çok çoban çömeldi, ne defineler gömüldü unutuldu gitti. O da bu zamanın içinde bir nokta. Haşırdayıp duran, hafifçe sallanan, hatta en üstlerde sanki fırtına varmış gibi savrulan ince dallar yapraklar... Kökten uca doğru incelen hatlar, hep daha uzağa gitmeyi anımsatıyor. Onlarda güçlenecek elbet, kökler izin verirse. Kendi gibi devrilip kalmazlarsa...  Gittikçe gömüldüğü toprakta artık daimi bir misafir olmak üzere. Gençliğinden bugüne onca mekan dolaştıktan sonra, bir gezgine yakışır biçimde neredeyse hiç bilmediği, hiç tanıyanın olmadığı bu unutulmuş mekanda tarih oluyor. Ne denizciler, ne dağcılar geldi geçti hikayesinden. Çok konuşanlar, çapkınlar, hiç konuşmayanlar, münzeviler, hastalar, kendiyle ve başkasıyla derdi olanlar... Hangi kategoriye girdiğini hiç bilmedi. Bazıları onunla ilgili tespitler yaptı ama onun içine sinmedi. Belki de o yüzden bu kad

Doğrudan ve somut bir cevap

 İlmik ilmik işlenmiş bir el sanatının karşında oturuyorum. Ilgıt ılgıt gelen geçmiş rüzgarların ısıttığı yüzümün tanıklığında.... Islık ıslık öttürülmüş bir geçmiş; bir melodi, bir ezgi. Eskidi. Elden geçirilmesi gerekli. Tamam, söylerim. Daha iyi bir alternatif için önce ölmek; toprağa karışmak, protein olmak ve yeniden kana karışmak gerekli. Bunlar için zaman... Milyarlarca insanın, yılın ve olayın ardından anlamlı bir sonuç bekliyorum. Doğrudan ve somut bir cevap. Israrla sunu yap: Yaşa.

Aynısından İki

 Masaya yıkılıp kalmıştım. Elimdeki bardağın ıslaklığı ile alnımı koyduğum kolumun gittikçe acımaya başlaması, o sırada hayatla kurduğum tek duyusal bağlantılardı.  Sıcak yaz rüzgarının ve denizden gelen şen şakrak seslerin diğer duygularımı harekete geçirdiği söylenemezdi. Kafam başka yerdeydi, bedenim başka. Sinir uçlarım körelmişti. Biri masama oturup konuşmaya başlayana dek... Önce kulaklarım, sonra baş ağrım geri geldi.  Tasarımcı olarak tanıttı kendini; insan hep önce tasarlar, sonra uygular. Halbuki her şey bu kadar doğrusal değildi.  Benimle konuşup konuşmadığını anlamak için etrafıma baktım. Bir yandan da bu kafayla hangi tuzağa düşürülüyorum diye düşünüyordum. Amerikan filmlerinden bilinen sahneyi yaşayıp yaşamadığımı kontrol ettim. Kamera açısı genişliyor; ben, masa, o, kumsal deniz ekrana giriyordu. Hayır, başka kimsecikler yoktu. Bir yandan elimdeki bardağın, oturduğumuz altılı masanın, üzerimizdeki gölgeliğin fiziksel ve matematiksel yönlerini anlatmaya devam ediyordu. Ta

Acının Tarihi

 Boynumdan yukarı doğru çıkan her türlü damarı hissetmemi sağlayan ağrı, baş ağrısı kategorisine alınırsa haksızlık edilecek cinsten bir doğa olayıydı. Bu başlı başına incelenmesi gereken bir fenomendi. Sinüzit-migren-Hegel diye giden ağrı silsilesinin yeni aşaması olabilirdi. Bilim insanlarına bunu incelemesi için bir fırsat vermeliydim. Bedenimi bilime adamalıydım. İlk adım olarak nöroloji servisini seçtim. Bunun çözüm bulacak tek yer olmayacağını biliyordum. Sırtıma o mavi yelek geçirilecek, pek çok makinenin içine girip altına yatacak ve yatıp kalktığım beyaz zeminlerde izimi bırakırken bir yandan da bilim tarihine adım geçecekti. Başı ağrıyan o adamdan daha fazlasıydım!  Muayene öncesi sıramı beklerken benim gibi tarihe geçecek diğer yarışmacı adaylarıyla göz göze geliyordum. Kim daha ileri gidebilecekti! Kimin adı bir model olarak kayda geçecekti. Kim daha çok ağrıyordu, kim daha sorunluydu! Hadi bakalım... Yarış başladı. İri yarı hemşire adımı okuduğunda diğerleri ne kadar güçlü

kelimeler

 Bugüne kadar kullandığım, en azından yazarken kullandığım, kelimelerin bir yığını yapılsa bazıları tabii ki belirgin bir öneme sahip olacaktır. Bulut tarzı şeylerle böyle gruplamalar yapıyorlar. Her ne kadar akademik deformasyon sonucu "...maktadır", "...miştir", "...muştur" gibi keskin uçlara fazlasıyla sahip olsam da "olabilir", "söylenebilir" diye yumuşattığım tespitlerim de oldu. Onlar belki biraz daha temas etmiştir birilerine, kim bilir. Ayrıca arayış, umut, detay, hissetmek de öne çıkan kelimeler arasında diye düşünüyorum.  Bir takımın attığı gol sayısını hesaplamak gibi, toplamda kullandığım kelime sayısını hesaplamak; iyi olanları kötülerden çıkarıp bir averaj bulmak istiyorum. "Toplamda", buram buram çeviri olan  "günün sonunda" yerine bu aralar tercihim.  Bu yazının sonunda, averaj takımı olmaktan korkuyorum. Kelimelerin altındaki asıl anlamları, taşın altına elimi sokmayı, içe işleyen bir ok fırlatmayı b

Özledim

 Ankara'da herhangi bir statta maç izledikten sonra sağda solda takılıp, belki ayran-simit ya da ciğer-kebap, devamında Sakarya diye devam eden hafta sonları... Güneşli öğleden sonraları, zaman: bahar. Kış ise içlik altta. Sonra fermente sıvılar, sarı, kırmızı, beyaz. Bir daha, bir daha... Günler diyorum, bir daha. Dostlar, kızgınlıklar, kırgınlıklar, aşklar. Kadınlar ve erkekler. Biz. Beraber, birlikte ve dip dibe, diz dize. Biz ve onlar. "En nihayetinde sıradan insanlarız". On yıl sonra burada yine buluşalım, olur mu? Olmaz.  On beş, yirmi... Biraz daha. Yıllar diyorum, az birikmedi ha.   Öleceğiz, bunu biliyorsunuz, değil mi?  Özledim. 

10 no'lu Öykü

 Sıcaktan bunalmış halde, gittikçe uzayan sokakta, gittikçe sararan nesneler içinde son çabalarımla bir kaç adım daha attım. Nesneler sanki eriyip birbirine girmeye başlamıştı. Sonra ilk bulduğum gölgeye sığındım, yanımda sokak hayvanları için bırakılmış bir su kabı vardı ki bir ara gerçekten içim gitti içmeye. Bir kedicik hislerimi anlamış olacak ki bu bize ait dercesine gelip yalandı sudan. Ellerimi yere koydum; yerlerin buz olduğu bir günü anımsayarak içimi serinletmek istedim, bu sıcakta düşünülebilecek başka bir şey yoktu.  Takatimin niye bittiğini kafamı kaldırıp karşımdaki binaya bakınca anladım. Evet, burasıydı. Demek kas hafızam beni yanıltmamıştı, ancak bu kadar yürümeye alışıktım. Yine de orası mı burası mı diye bakındım biraz; ağaçların üstüne kar taneleri serpiştirmeye çalıştım. Sokakta kimsecikler yoktu, sararmış binalar gittikçe bir mısır tarlası görünümü aldı gözümde. Halisünasyona başlamıştı zihnim belki de. Beni buraya getiren bir takılı kalmışlık ve tutsaklıkla besle

Kesmeşeker 30 Yaşında, Ada Yayında

 Uçsuz bucaksız azınlık'ın ada'sı, Kesmeşeker'in 30. yılı; 19 Şubat'ta yeni bir şarkı ve eski üç şarkının yeni düzenlemesi yayınlandı.  http://kesmeseker.org/2021/02/17/kesmeseker-30-19-subatta-cikiyor/ Youtube'ta:  https://www.youtube.com/watch?v=s9ATvfnYqwQ Spotify'da:  https://open.spotify.com/album/6fbI379hCCxL3QLko8hEqR?si=eUNIjrYlQpqX-2tm48WrDA

9 no'lu Öykü

 Öylece duvara bakarken  bir şeylerin kitaplıktan aşağıya doğru sızdığını fark etti. İnce bir çizgi, siyah bir kan gibi, bir karınca sürüsü akıyordu duvardan. Gözlerini biraz kırpıştırıp odaklanmaya çalıştı. Böylece dümdüz değil de inişli çıkışlı bir şeylerden oluştuğunu fark etti. Bir harf katarıydı bu. A'lar, H'ler, küçüklü büyüklü harfler arka arkaya dizilmişti. Önce aşağı doğru sonra hafif bir kıvrımla yukarı. Bir tepeden diğerine giden harf treni.  Yavaşça doğrulup duvara doğru yaklaşırken dizlerindeki kalem ve defter de yere düştü. O sırada ince çizginin yavaş yavaş dağılıp birer sıra olmaya başladığını gördü. Kitaplıktan duvara akan hat, yeni bir düzene giriyordu. Karaltı gittikçe anlamlı hale gelmeye başladı.  Akıntıyı kaynağına doğru takip etti. Bir kitabın içinden kan gibi sızıyordu harfler; duvara doğru akıp orada yeniden sıralanıyorlardı. Kitabı çekip aldı raftan, açtı, o ince sızıntı dağıldı birden. Harfler pat diye yere düştü. ayaklarının dibinde mürekkep siyahı b