minimal öykü denemeleri #2

Kapının ziliyle uyandı. Sanki ilk çalışı değildi, gittikçe sıklaşıyor ve uzuyordu çünkü. Zilin üzerindeki parmak telaşlıydı belli ki. Pijamasıyla çarşafı aynı renkte miydi, yoksa henüz gözünü yarı açtığından mı öyle gelmişti? Beyni değil ama kasları onu kapıya kadar getirdi. Kapıyı açtığında karşısındaki çocuk bir adım geri gitti, gözlerini kırpıştırdı, yüzü biraz ekşidi. Muhtemelen içeriden gelen anason kokusu çocuğu sersemletti. Böylece sersemlik dengeleri biraz da olsa yakınlaştı.

- Ahmet Bey, yayınevinden geliyorum. Dün teslim edeceğini söylemişsiniz dosyayı ama sizden ses çıkmayınca beni gönderdiler. Telefonunuz da...

- İnsan bir günaydın der. Tamam getireceğim yahu... Pazartesi dedim.

- Bugün salı. Akşam oldu bir de.

- Nasıl?

- Salı bugün, dün için teslim ederim demişsiniz. Telefonunuz da...

- Ne salısı ya?

- ...

- Ne yapıyorum ben iki gündür?

- Bilmem, sanki yeni uyanmış gibisiniz. Herhalde uyudunuz.

-İki gündür mü?

- Telefonunuz kapalı olduğu için ulaşamamışlar. Biraz da endişelendiler açıkçası.

- Tamam, tamam. Ben getiririm yarın. Bitti zaten. Bitirdim.

Dışarıdan gelen temiz havayla kendi de anason kokusunu hissetmeye başladı. Kalbi yeniden kan pompalama işini hatırlarken beyni de yıllardır yaptığı düşünme eylemine geri dönmenin sevincindeydi. Bir ara onlar da dinlenmeye çekilmişlerdi sanki. Ya da havadaki ve kandaki oranlar çalışmalarına engel oluyordu.

Koca pazar ve pazartesi heba mı oldu yani? Yatak odasına doğru giderken gözü mutfak masasının bomboş ve düzenli oluşuna kaydı, en son ne zaman yemek yediğini düşündü. Sanki buralarda birileri dolaşmıştı. Yatağın önünde yerdeki ince uzun bir hat oluşturan kağıtlara baktı. 12. bölüm, okunmayacak kadar kötü yazılmıştı. 11. bölümün sonlarından sonra bir şey olmuştu belli ki. Harflerden ziyade kalp grafiğine benziyordu kağıttaki şeyler. Kenardaki bir notta, "12'yi bitir, pazartesi teslim et" yazıyordu. Pijamasıyla çarşafın rengi gerçekten aynıydı, çünkü kalemi akmıştı. Kapı yine çaldı. Kapıcıydı.

-Abi nerelerdesin? Sema Hanım duymuş kapı sesini, biri gelmiş sanırım. Bana haber verdi, bi bak diye tembihledi.

-Evdeyim ya. Biraz uyumuşum.

-İki gündür şişe de bırakmıyorsun kapı önüne, ben yoksun sandım.

-Çalsaydın kapıyı.

-Pazar diye rahatsız etmedim, dün de yoksun sandım.

-Bugün salı mı?

-Evet abi. Var mı bi isteğin abi?

-Allah allah. Nasıl olur ya? Eee... bi ekmek getiriver bana.

Nasıl bir uykuydu bu? Uyku mu baygınlık mı? Beden kısa bir izin mi istedi? Kimden? Neden? Kafası iyice karışmıştı. Evin içinde gezindi, yerdeki dağınıklığa baktı, mutfağın düzenliliğine göre çok dengesizdi. Bu kez de telefonu çaldı. Eh yeter! Bu kadar uyaran karşısında hala uykulu kalması mümkün değildi.

-Alo!

-Ahmet Bey, iyi misiniz?

-Sema Hanım?

Zımpara gibi erkek seslerinden sonra gelen yumuşak bir pamuk dokunuşu. Alt komşu; o da kendi gibi dul. Kocası yıllar önce ölmüş, çocukları arayıp sormaz olmuş. Üç yıldır altlı üstlü oturuyorlardı ama daha yeni tanışmışlardı. Bir pazar dönüşü anlatmıştı hikayesini, fazla gelen poşetleri onun arabasının üstüne koymuşlardı. "Domatesler ezilmesin"; "yok bir şey olmaz". Bu ses sanki onu hafızasını yerine getiriyordu, yeniden ışınlanmıştı bugüne. Son iki gün, hafızasının düzlüğünde bir obruk gibi çökmüştü. Düşmemek için zor tutunmuş, ellerini kollarını sallayarak dengesini korumuştu. Sema Hanım, obruğun öteki ucundan el sallıyordu.

-Nerelerdesiniz? Gelip bir kahve yapayım mı size?

- Olur, gelin. dedi sessizce. Kapattı.

Eli ahizenin üzerindeyken, obruğun kenarında, telefonun yanındaki nota baktı boş boş. "Sema Hanım'ı ara" yazıyordu. Hiçbir şey hatırlamazken onun telefonunu hatırladı. Amasya'daki evlerine ilk bağlattıkları telefonun numarası, ilk okul numarası, çocuklarının doğum kilosunun yanında bir yerde duruyordu hafıza çöplüğünde.

-Alo?

-Sema Hanım, ne oldu bana?

Telefondaki ses güldü.

-Gelince anlatırım. Açın kapıyı.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

41'den

Annemsiz ilk doğum günü