8 no'lu öykü

Zamanın geçmesini beklemek konusunda iyiyimdir. Beklerken eski defterleri açmakta da... Kapatılmış muhasebe kayıtlarını bozup yeniden denkleştirmeye çalışmak huyu da ailevi olabilir. Tedirginlik ve kötü bir şeylerin olacağını beklemek ise yaşanılan toprakla ilgili... İşler yolunda giderken, olan biteni fazla dillendirmeyip susmak, gelenek görenek meselesi. Sevip kolladığımız şeylerin eriyip gitmesi, tersine dönmesi, alışıldık.

Hayalkırıklıkları üzerine inşa olmuş bir hayatı en güçlü yapıştırıcılarla yapıştırsam da bağlantı izleri belli oluyor. Yapıştırıcıyı bolca sürüp üflüyorum hızlı hızlı; nefes al ver nefes al ver. Yaşa, yaşa, yaşa, ölümüne yaşa!

Yani o kente gitmesem, şu kişiyi seçmesem, bu sınava biraz daha çalışıp başka bir işe girsem... İstek kiplerinin dilek-şart kipine dönüştüğü günler. Seç, çalış, gir, yap. Otur ve yaz. Anılarım. İyi denemeydi.

Daha önce de çeşitli denemelerim oldu; farklı şehirlerde yaşamayı ve farklı işler yapmayı denedim. Nedense hep dönüp dolaşıp bu kente geri döndüm. Babadan kalma bu evin benim sığınağım olduğunu bildiğimden mi yoksa bir nefeslik cesaretimin beni sona kadar taşımasına kadar yetmemesi mi bilemem ama çok uzaklaşamadım buradan.

Bu evden en fazla üç yıl uzak kaldım; üç denememde toplam beş yıl. Çocukluğumun geçtiği, annemin ve babamın hasta çıkıp bir daha dönmediği, tek dönüp nice sigaraların içildiği bu evde, büyük pencerelerin önünde yeniden düşünüyorum ve kadehimi önümdeki palmiyeye kaldırıyorum. Dışarıdaki rüzgar, onunla arkadaş hafiften baş sallıyor, dalları hışırdıyor; dur yapma mı diyor yoksa bak keyfine mi? Camların silinmesi zor, eskiden gaz elektrik bu kadar pahalı olmayınca, bunlar pek düşünülmemiş; o zamanlar evi ısıtmak da kolay... Şimdi tek başına ikisini üçünü ve diğer masrafları idare etmek oldukça zorluyor. Ajanslara ya da yayınevlerine yaptığım redaksiyon işleri bir yere, babamdan kalan maaş başka bir yere, çeviri işleri ise bohem keyiflerimin dibine yetiyor. Bir yüzyıl önce de benim gibiler aynı dertte değil miydi? Bu bizim sınıfsal derdimiz.

Evin her yerini, parkelerdeki çizikleri, sarı-yeşil tonlardaki badanayı, üstlerine çekilen pastaları, soluklaşan cilaları iyi biliyorum. Bu ev benim hayatım. Bu boşluk, genişlik, olasılıklar, yeniden dizayn etme arzuları ve bekleyiş... Başka bir şey olabilirdim duygusu.

Kimseye ses etmeyip, hiçbir şey konuşmadan işlerin yolunda gitmesini beklemek, filmlere özgü olabilir. Çok film seyretmenin zararları... Bahar da gelip gelmeyeceğine karar veremediğine göre, benim kararsızlığım mazur görülebilir. Anıtsal heykeller gibiyiz evimle, birilerinin eğer vermesini bekliyoruz. Gelenler ise sadece yıkıp yok etmek derdinde. Bir gün birine kanacağımdan korkuyorum. Kendimde yarattığım dünya, başka dünyalarla karşılaşınca sallanıyor. Kozmik bir çarpışma bu.

Gün geçtikçe aptallaşıyor muyum? Unuttuğum kelimelerin sayısı artıyor, nesnelerle ilişkim uzaklaşıyor, bildik çemberin dışına çıkmaktan çekiniyorum. Eskisi kadar derin düşünemiyorum sanki, olasılıklar daha sınırlı. Tüm bunlarla birlikte yaşlılarla ve çocuklarla daha iyi zaman geçiriyor olmam da cabası. Yeni bir dünya etrafımda dönüyor. Alzheimer koşarak geliyor. Bana çarpıp beni yok edecek, güzel boşluk. Dolanıyor etrafımda o büyük uğultu.

Dün yine bir enayiliğin ucundan döndükten sonra, zeka pırıltısı gösterdiğim işlerin sayısında iyice azalma olduğunu fark ettim. Yakışıklı değil ama sempatik çizgisinden, iyi vakit geçirilen arkadaş çizgisine geçtikten sonra şimdi de kolay kandırılabilir statüsünde beklemedeyim. Direncim ve güvencim düşüşte... Apartman görevlisi bile bana babamdan kalan saygısını yitirip kandırıp yolmak peşinde. Uğultunun içinde dış sesleri iç seslerden ayırmakta zorlanıyorum. Hangisi benim sesimdi? Elimi sıkan hangi bendim? Kalemim nereyi kirletti?

İçimize işleyen dışarının gücü. Dışarıya ne kadar dayanabiliriz ki, üstümüze kat kat geçmişimizi alsak da. Açılmayan hurçları açsak da... Elimizi ağzımıza yüzümüze kapatıp, kendimize hakim olmaya çalışsak da. Dışarısı etkiliyor bizi; sıcağıyla soğuğuyla. Neyse ki önümüz bahar. Umutluyuz.

İmzaladım işte o arsanın satışını, ne yapayım. Bana şu önümdeki ağaçların yeşilliği yeter, ne zaman gittim ki oraya. Adamlar da oh kelepir bulduk diye seviniyorlardır, ben alacağım viskilerin derdindeyim. O arsada değil buradaki gündüz düşlerinde yaratacağım eserlerle geçineceğim. Onun için de önce daha derinlere inmem gerekli, yeryüzüne değil başka bir yerde gezinmeliyim. Belki karşıdaki denizin üstünde, ıslak ve kirli düşlerde. Yeter ki kapı çalınmasın, ayağım suya batmasın ve beni uyandırmasın; şartelleri kapatmış mıydım?

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

41'den

Annemsiz ilk doğum günü