Aynısından İki
Masaya yıkılıp kalmıştım. Elimdeki bardağın ıslaklığı ile alnımı koyduğum kolumun gittikçe acımaya başlaması, o sırada hayatla kurduğum tek duyusal bağlantılardı. Sıcak yaz rüzgarının ve denizden gelen şen şakrak seslerin diğer duygularımı harekete geçirdiği söylenemezdi. Kafam başka yerdeydi, bedenim başka. Sinir uçlarım körelmişti. Biri masama oturup konuşmaya başlayana dek... Önce kulaklarım, sonra baş ağrım geri geldi.
Tasarımcı olarak tanıttı kendini; insan hep önce tasarlar, sonra uygular. Halbuki her şey bu kadar doğrusal değildi.
Benimle konuşup konuşmadığını anlamak için etrafıma baktım. Bir yandan da bu kafayla hangi tuzağa düşürülüyorum diye düşünüyordum. Amerikan filmlerinden bilinen sahneyi yaşayıp yaşamadığımı kontrol ettim. Kamera açısı genişliyor; ben, masa, o, kumsal deniz ekrana giriyordu. Hayır, başka kimsecikler yoktu. Bir yandan elimdeki bardağın, oturduğumuz altılı masanın, üzerimizdeki gölgeliğin fiziksel ve matematiksel yönlerini anlatmaya devam ediyordu. Tasalarımı tasarımlarıyla eşleştirmek mi istiyordu?
Sanırım beni başkasıyla karıştırmıştı. Söyledim. Hayır, bilerek oturmuştu. Benim düşmüşlüğümü ayağa kaldıracak bir tasarım mümkünmüş. Dünyanın hala bilmediğimiz duygusal boyutları varmış ve bunlar ancak görebilenlere somutlaşıyormuş. Elimdeki bardağın hayata tutunmamı sağladığı gibi...
"Bir şey mi satmaya çalışıyorsunuz", dedim. Hayır, dedi "ama bir iki kitap ismi verebilirim."
"İçe dönüş, kendini bulma, enerji paylaşımı gibi palavralara inanmıyorum."
"Neye inanıyorsunuz?"
Hay allah... Uyuduğum yerde öldüm de ahiret sualleri mi başlamıştı? Sübhaneke falan tamam da, münker nekir için henüz hazır değildim. Etrafa bakmaya devam ettim. Uzun süredir dayalı olan alnımın kızarttığı koluma dokundu.
"Korkmayın, sadece iyi misiniz diye bakmak istedim. Uzun süredir burada kıpırdamadan duruyordunuz."
"Teşekkürler, ölmedim, hayattayım. İçim geçmiş sanırım. Bu sıcakta içmeye başlayınca..."
"Evet, hafta sonu tembelliği..."
"Yoo bende hafta içi de aynı, hep güncel bir tembellik."
"Bir taksi çağırayım isterseniz, eve bıraksın."
Taksici Süleyman abimi düşündüm; gelsin alsın beni diye. Beni böyle çok toparlamışlığı vardı, sağ olsun. Ama bu şimdi bu adamın samimiyeti neydi böyle? Gözlerimi kırpıştırıp odaklanmaya çalıştım. Siz? Tanışıyor muyuz? Sordum.
"Lisede de böyleydiniz siz; hep bir boşlukta gibiydiniz. Tam bir sözelci, kelimeler arasında gidip gelen bir elçi... Ben endüstriyel tasarım okudum, aynı sınıfta değildik, ama okul dergisinde yazdığınız şiirleri de okumuştum. Çok özenirdim o zamanlar sizin ekibe. Ama gelip konuşmaya da çekinirdim hep"
Ben geçmişten kimlerin hayalini kurarken bak kimi çıkardı karşıma yaz güneşi. Ama hala hayal görme ihtimalimi bir kenara bırakmış değildim. Kafamı çevirip etrafıma bakmayı bırakmışsam da adamın omuzları üzerinden sahildeki çocuklara bakarak gerçeklik kontrolünü sağlamaya çalışıyordum. Hayır, o kadar içmemiştim zaten. Geçmişim beni bugüne getirdi. O kadar kaybolmuş biri değildim. Birileri beni hep bulurdu, tanırdı, bilirdi. Hala zamanın içindeydim. Hatırlama sırası bendeydi. Sadece kendimi değil, benim gibi birini daha...
"Hah, Kemal? Ya sen yurtdışında değil miydin? Hayırdır buralara ne zaman geldin?"
Güldü. O çekincelerinden kopmuştu belli ki. Garsona elimle işaret ettim, "aynısından iki tane" dedim.
Yorumlar