Giden değil kalan

 Ayakları onu yine bu sapa yola sokuyor. Beyni ile kasları arasındaki gergin ilişki... Düzenli ziyaretleriyle kendini yakınları gibi hissetmişti demek ki. Aslında günlük yürüyüş rotasını değiştirip girdiği ağaçlı yolda birden karşısında beliren bir evdi. Kendi geldiği taraftan pek gelen giden izi yoktu. Diz boyu otlar ezilmemişti. Karşı tarafta ise nadiren gelen araçların açtığı izler yine inatçı otlar tarafından örtülüyordu. Çok ziyaretçileri yoktu anlaşılan. Kim gelir bu kadar sarp bir yere? Gelmek zorunda olanlar belki. Onlar da önce korkmuş, sonra şaşırmıştı aslında. Kimdi bu adam; hırlı mı hırsız mı? Yıllar önce yaptıkları, belki bir ara para bulursak büyütürüz dedikleri kulübede onları haftada bir ziyaret eden yabancı. Gide gele kendini sevdirdi. Ekmek, su, bir şey lazım mıydı? "Siz inemezsiniz bu kadar yolu; alayım ben."  

Yaşlı bir çift. İki çökmüş beden. Belki çok yaşlı değiller ama beklemekten yaşlanmışlar. Hayatın yükü omuzlarında. Çocuklarını, torunlarını, onları hatırlamasını istedikleri birilerini. Ancak evin birkaç adım etrafını temizleyebiliyorlardı arzı makiliklerden. Sanki onları yutmak ister gibi yavaş yavaş üstlerine gelen yeşillik. Kimse yoksa onlar var; yeşilin her tonu. Onları bağrına basmak isteyen doğanın gücü. 

Çocukları çok sık gelmiyordu, gelinler pek sevmiyordu bu yabani ortamı. Börtü böcek, dikenler dallar... Halbuki temiz hava, sessiz ortam, kafa dinleme... Şehirli insan bunu aramıyor muydu? Hayır, onlar uzakta başka bir şeyin peşinde. Gözünün önünde, elinin altındaki ona yabancı. Uzaktaki hep cazibeli. Peki ya kendi? Buralara gelmesi kolay mı olmuştu sanki? 

Yine o tarafa yöneldi ve bu kez, ilk kez uzaklaşan bir araba gördü. Kimdi, niye gelmişti, meraklandı. Koştur koştur eve yöneldi. Baharın gücü yazın sıcağına dönüştükçe, otlar da boyunlarını büktüğü için artık daha çabuk varıyordu kulübe-eve. 

Ağlamaklı gözler, oturup kalmış çiftin dışa açılan organları. Neden ve nasıl bu hale geldiler? Çocukları mıydı acaba giden? Ne oldu diye sordu. "Otur evlat, soluklan hele." Sildiler gözyaşlarını kollarına, bir şey ister misin diye toparlandılar. Kimdi giden? "Sen boş ver onu, bizim evladımız artık sensin." 

Bir ara bahseder gibi oldukları çocuklarından biriydi demek ki. Yeşilin her tonu onlarda suskunluğun tek biçimine dönüşmüştü; orman bütün söylemek istediklerini yutmuştu belki de. Geçmişleri mi üstlerine geliyordu yoksa onlar geleceklerine kaçarken mi tutuklanmışlardı burada? Bu ev onların mezarı mı? Acaba öldüler de ben onların cennet meleği miyim?  Tamam, aldığı yudumla kendine geldi; hiç bitmeyen çaylarından içti. 

Bu çiftin geçmişiyle kendininkini birleştirdi. Onların oğulları oldu. Neden? Çünkü öyle olması gerekti. Kader ya da doğa onları birleştirdi; uzayıp giden ağaç dalları, birbirine geçen makiler gibi. Birbirine yardım etmek isteyen, geçmişi değiştiremeyen bütün zıt kutuplar gibi. Giden değil kalan oldu. Burada, ormanın içinde.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

41'den

Annemsiz ilk doğum günü